Türk Romanına Kritik Yaklaşımlar-4: Bir İmkân Olarak Politika: Türk Romanı ve Politik Sınırları
Sabancı Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Sibel Irzık, edebiyat-politika ilişkisini kendi seçtiği dört roman bağlamında ele aldı. Son zamanlarda darbe romanları üzerine çalışan Irzık, amacının bu konuyu sadece sol muhalefet açısından aktarmak değil, daha geniş bir perspektife araç kılmak olduğunu söyleyerek sözlerine başladı. Asıl peşine düşülecek sorular şunlardı: Siyaset edebiyattan ne isteyebilir, edebiyat siyasete ne verebilir, siyaset edebiyatta nasıl temsil edilebilir?Sunum boyunca en ayrıntılı başvurulan metin, Orhan Pamuk’un Kar adlı romanı, özellikle “Ama Hiçbirini Tanımıyorum” başlıklı bölümüydü. Metnin alt başlığıysa: “Ka Soğuk Korkunç Odalarda”. Her iki başlığı da dikkat çekici bölüm, ana karakter Ka’nın darbe sonrasında teşhis için ‘kulis’e götürülmesiyle başlıyor.1 Ka duygusal yakınlık duyduğu İslâmcı Necip’in cesedini gördüğünde tanımadığını söyleyecektir. Polisin koluna girmesi de kendini aciz, zayıf hissetmesine sebep oluyor. Gözlerin acizliğine yapılan vurgu kadar, Ka’nın bir şair olarak soğuk ve karanlık odalarda bulunması da önemli bir ayrıntı; çünkü gerçeklik düzleminde alışılan, yazar ve sanatçıların dışarıda değil, içeride bulunmasıdır. Ka suçluluk ve dehşet duygularının oluşturduğu arada kalmışlığı yaşıyor. Necip’in cesedini görünce kendini tutamayıp öpmesini polise, klişe bir ifadeyle gerekçelendiriyor Ka: “Çünkü onun çok saf bir kalbi vardı”. Suç ortaklığı ve karşı olmanın doğurduğu bölünmüş ruh hâli, bilinciyle duygularının örtüşmemesi önemli ipuçları da barındırıyor. Irzık’ın tespitine göre, romanda Ka’nın yazdığı şiirlerden hiçbirini okuyamıyoruz; demek ki karşımızda şairlik bakımından sessizleştirilmiş bir karakter var.Sadece İstanbullu, elit bir kişi olarak değil, edebiyatçı kimliğiyle Ka’ya bakarsak, bu tutum, 12 Mart/12 Eylül sonrası edebiyatın darbe karşısındaki durumuna benziyor. Irzık, Ka’nın olan bitene yönelik tavrını, şiddetle bastırılmış devrimci sol ile edebiyatın tam olarak buluşamamasının alegorisi olarak yorumluyor. Kar’da 12 Mart romanlarına benzeyen taraf, masumiyete yapılan vurgu; 12 Eylül romanlarına benzeyen taraf ise 80 sonrası politikadan uzaklaşma, sessiz kalma, yüz çevirme şeklindeki tavır.Sibel Irzık, Murat Belge’nin 1970’lerde yazdığı bir makaleye atıfla, 12 Mart romanlarının temelde, işkenceyle suçluluk arasında kurulan dengeye bağlı olduğunu hatırlatıyor. Belge’ye göre romancıların bunu yaparken benimsedikleri savunma, işkence görenlerin masum olduğu, yasaları uygulayanların haksızlık yaptıkları tezine dayanıyordu. Propagandaya dayanan bu edebiyatta mağdurların hem iyi hem kötü yanlarının, hatalarının da, iç çelişkilerinin de bulunduğu gerçeği arada kaynıyordu. Belge, bu hikâyenin “güzel” aktarılamamasını, bu metinleri yazanların aslında yazılan işkenceleri yaşamadıklarına, o yüzden meseleyi “içerideymiş” gibi anlayamadıklarına bağlıyordu. Yazısını “Gerçekten 12 Mart’ın romanı yazılamadı” diye bitiriyordu.Irzık, bugünden bakınca bu gerekçenin kısmen doğru ama yetersiz kaldığını düşünüyor, eğer iddia edildiği gibiyse, “Niye içeriden biri bu manzaranın romanını yazamadı?” diye soruyor. Meseleyi belirleyen çeşitli sosyal, kültürel, siyasî sorunlar mevcut; hem cumhuriyet geleneği hem toplumun yapısı, bambaşka bir düzen alternatifinin temsilini imkânsız kılıyor. Halbuki Belge’nin 12 Mart romanı için söylediği, 12 Eylül sonrası edebiyat için daha çok geçerlidir; nicelik açısından bakınca yayınlanan romanlar mevcut ama bu ürünleri nitelik bakımından “iyi” edebiyata dahil etmek mümkün değil. 12 Mart’ı yazan, yerleşik okur kitlesine sahip, kanonlaşmış, büyük yazarlar 12 Eylül sonrasında sessiz kaldılar. Bu handikapın sebeplerini inceleyen Irzık, 80’lerin dünyasıyla önceki dönemin arasındaki derin uçurumun altını çiziyor: Yaşanan travma sonrasında yazarların dertlerini anlatacak adresleri kalmamıştı. Sancı çekenlerle empati kuran Irzık, hayat tarzının, dilin, değerlerin değişimi karşısında hapisten çıkan bir yazarın derdini “kim, kime, nasıl, neden anlatsın?” şaşkınlığını yaşadığını söylüyor.2 12 Eylül mağdurlarının yaşadığı “yarılma”nın Kafka’nın böceğe dönüşen kahramanı Gregor Samsa’nın -piyano sahnesinde- kız kardeşine yakınlaşamayınca içlenip ağladığı sarsıcı ana benzetildiği örneğini veriyor.3Irzık, 80 sonrası dönemin analizini yaparken siyasetin dilini kaybettiği, hem yaşanamaz hem savunulamaz hâle geldiği bir ortamda edebiyatın da kan kaybettiğini, kendisine meydan okuyan hayata cevap veremediğini belirtiyor: “Bu dönemin yükselen değerleri arasında sanat, edebiyat ve felsefe yoktu. Piyasanın bir öğesi hâline gelen edebiyat, siyasetle yollarını ayırırken kaderini de paylaşıyordu.” Belki de bu geçiş dönemi umulanın aksine rüzgârı edebiyatın lehine çeviriyordu. “Edebiyat kendi içine döndü; temsiliyet sorununu gündemine aldı, siyasetle ilişkisini suçluluk üzerine kurdu. Metnin performansı yoluyla başka bir arınmaya da açılım aradı; kendi altını oyarak ve imkânlarının sınırlarını göstererek cevap veremediği talebe kendini açmaya çalıştı.”Söyleşide diğer üç esere kısaca değinildi. Irzık, Latife Tekin’in Gece Dersleri’nde açıkça kendini belli eden suçluluk söylemi yanında daha arkaik bir beden dili geliştirme çabasından bahsetti. Bilge Karasu’nun Gece romanının konuya yaptığı katkı, gecenin baskıcı güçlerine karşı gündüzün savunusu biçiminde standart alegori gibi başlayan anlatıda temel savunma noktasının “elimizde kalan tek şeyin dil ve yazmak olduğu” vurgusuydu. Son olarak Irzık, Murat Uyurkulak’ın Tol adlı romanının siyasetle ilişkisini arzu kipinde kurduğundan dem vurdu. Romanın temel derdi, sözün, yazmanın başkası üzerinde çarpıcı etki bırakmasına duyulan özlemdi; aslında bu en soyut düzlemde “siyaset”in de özlemiydi.Irzık, “28 Şubat dönemini, niçin mağdurları değil de Orhan Pamuk yazdı?” sorusuna cevaben durumun 12 Eylül’le paralellik kurulabileceğini söyledi. İslâmi harekete mensup olanların durdukları yerin edebiyat diline aktarımının kısıtlı olabileceği ihtimalini dillendirdi. Belki edebiyatın içinde geleneği bulunmayan, alternatif muhalif bir dil kurmanın zorluğu, bu kesimin önünde de bir engel teşkil ediyordu.Sibel Irzık’ın edebiyatın sorunlarına geniş açıdan bakma çabasını bizlerle paylaştığı verimli ortamın benzerlerinin yaşanması umuduyla akşama bir noktalı virgül kondu. 1 Tanıdığı hâlde tanımıyor görünme, edebiyatta sıkça başvurulan bir motif. (S. Irzık)2 Sibel Irzık, Mesele Dergisi, 9. sayıda Şükrü Argın’la yapılan “Edebiyat 12 Eylül’ü Kalben Destekledi” başlıklı söyleşiye gönderme yapıyor. Kafka’dan alınan metafor da aynı yazara ait.3 Başörtüsü sebebiyle hak ettiği konumdan alıkonulan kesimin de aynı metaforu kullanması bu bakış açısıyla ilginç şekilde örtüşüyor. (N.D.)