Türk Romanına Kritik Yaklaşımlar-6:Anlatıyorum, Öyleyse Nasıl: Türk Romanına Anlatıbilimsel Bir Bakış
Keynes, kuramdan hazzetmeyen iktisatçıların kuram yanlılarından tek farkının yalnızca daha eski bir kuramın etkisinde kalmaları olduğunu söyler. Terry Eagleton da bu meramı şöyle dillendirmişti: “Kurama gösterilen düşmanlık çoğunlukla, başkalarına muhalefet ederken kendininkini unutma anlamına gelir.” Bu tespit, edebiyat için de geçerlidir. En kuşbakışı hâliyle kuramlar, edebiyat eserinin ‘nerede’ durduğunu bilmemize yararlar. Anlatıbilim de bu amaca hizmet eden verimli mecralardan biri.Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Nüket Esen, anlatıbilim nevinden kavramları duyup da irkilenler için bir tür konsantre giriş dersi verme isteğini hissettiren yumuşak bir üslûpla bize anlatıbiliminin değilse de anlatının ‘abc’sini aktarmaya çalıştı.Metin hep vardı. Ama metni anlatıbilim terazisinde tartmak yirminci yüzyılın ikinci yarısındakilere nasip oldu. Nedir bu anlatıbilim, ne anlatır? Batı’daki narratology teriminin karşılığı olan bu alanın doğuşunu, -bilinçli okurun- “Ne yapıyor ki bu metin, bizde bu etkiyi yaratıyor?” sorusuna merak sarmasına bağlayarak kestirmeden özetledi Prof. Esen. Biz, daha vazıh olması için “metnin tomografi sonucunu florasanlı tabelaya koyup uzman gözüyle kemiklerini saymak” da diyebiliriz.Tanımdan sonra anlatıyı oluşturan öğelerin birbirine karışan kısımlarını ayıklamaya geliyor sıra. Bilindiği üzere metnin anlatımı ilkin iki temel öğeye muhtaç: Anlatıcı ve muhatap. Tabii burada anlatıcıyla yazarı zinhar birbirine karıştırmamamız elzem. Yazarla anlatıcı aynı kişi değildir. Yazar gider, metnin içinde muhatap olduğumuz anlatıcı gelir; bunlar farklı seslerdir. Zaten yazar metnin içinde etiyle kemiğiyle bulunamaz ki! Hele ölmüşse bu nasıl olabilir? (Burada daha iyi anlaşılması için ölü yazar olarak Ahmet Mithat Efendi örneğini veriyor Nüket Hanım) Yazar metnin içine anlatıcının sesiyle katılır, kendi kimliğiyle değil. Anlatıcı dediğimiz unsur da çeşit çeşit… Ama en genel hâliyle ikiye ayırmak mümkün: Müdahil anlatıcı ve karakter anlatıcı. Nüket Esen bu temel ayrım üzerinde uzunca durdu. Müdahil anlatıcıyı 19. yüzyılda bıraktığımızı zannettiğimizi; hâlbuki bu otoritenin Batı’da gözden düşmesinin 18. yüzyıla tekabül ettiğini hatırlattı. Bu devir teslim sırasında hem tanrı-yazar, hem tanrısal anlatıcı sahneden çekilirken yerine okura daha yakın -en azından yeryüzünde- duran, kurmaca içinde bir karaktere bürünen anlatıcı gelmişti. Modern romanın milâdının anayurdunda 1910’lara denk düştüğünü, Birinci Dünya Savaşı’nın geride bıraktığı yıkımla beraber Batılı bireyin güvendiği dağlara kar yağdığını, böylece değişen zihniyetle terakki (progress) kavramının da değiştiğini; nedenselliğin de, kesinliğin de, gerçekçiliğin de, klasik romanın da miadını doldurduklarını ana hatlarıyla aktardı. Bütün bu değişimden kurmaca metinlerin payına düşen: Gerçekliğin parçalanmasıyla anlatım da parçalanmıştı.Nüket Esen modern ve postmodern edebiyatın sırtını dayadığı tekniklerden de birer cümleyle bahsetti: İç konuşma, iç çözümleme, bilinç akışı, çoğul anlatım… Modern kurmacada anlatıcıyla bakış açısının her zaman örtüşmesinin gerekmediğine değindi. Son yıllarda yazılan romanlar ve bugünkü okur profili üzerine yapılan söyleşiyle toplantı noktalandı.Özetle, Ahmet Mithat’tan Orhan Pamuk’a kadar pek çok yazar ve romandan örneklemelerle katılımcılarla karşılıklı olarak teorinin ağır leblebilerini yuvarlamak yerine, edebiyat üzerine sohbetin dayanılmaz hafifliği tercih edildi.“Anlatıyorum, Öyleyse Nasıl: Türk Romanına Anlatıbilimsel Bir Bakış” gibi oturaklı bir başlık altındaki bir toplantıda anlatıbilimin soyağacına, dahası atası yapısalcılığa teğet bile geçilmemesi, kuram yanlısı katılımcılarda biraz hayal kırıklığı yaratmadı değil. Hele -edebiyat kuramına yedi kat el sayılan- Freud yâd edilsin de, anlatıbilimin göbeğini kesen Todorov, Propp, Genette, Lévi-Strauss ve Barthes’ın adları geçmesin… Bu vefasızlık karşısında bir buruk oluyor insan. Belki başka bahara…