Türk Romanında Kritik Yaklaşımlar: 14 Anlatsak Yine de Roman Olur mu: Edebi ve Bilişsel Bir Kategori Olarak Roman Hâlâ Mümkün müdür?
Anlatsak yine de roman olur mu? Olmaz, bunu biliyoruz. Roman hâlâ mümkün müdür? Neden olmasın ki!Erol Köroğlu, kendi ifadesiyle sadece edebî kültür tarihçisi; edebiyat tarihçisi ya da kültür tarihçisi değil. Bir yandan da roman araştırmacısı ve bir “roman fanatiği”. Bilgi, belge ve arşiv desteğini almakla birlikte, sadece eleştirmenlik ya da salt tarihçilikten ayrılan bir tarafı var edebî kültür tarihçisinin: Metnin özellikleriyle bağlamının özelliklerini bir araya getirmeye çalışmak.Öncelikle bu ayrımın altını çizen Erol Köroğlu ile başta verdiği kısa cevapların uzun açılımlarına dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşimiz yeni soru-cevaplarla pekişti.Romanın bittiğini gösteren alâmetler var mı?Köroğlu’na göre, bombardımanına tutulduğumuz enformasyon, bilişim, iletişim sistemleri bu alâmetlerden biri. Ancak çelişkili bir biçimde en çok okunan romanlar, kendilerini bir bilgi olarak satanlar ve özellikle de tarihsel romanlar. Öyle ki, Marks’ın “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, komünizm hayaleti” sözüne gönderme yaparsak, bugün Türkiye’de bir hayalet dolaşıyor. Kendini tarih olarak satan tarihsel romanın hayaleti! Bu bir ifrit aynı zamanda. Çünkü kendini hakikat olarak sunan ideolojik tezli romanlar ve tarihsel romanlar, bir yandan da düşmanlıkları körüklüyor.Sinemanın, daha tehlikelisi, televizyon dizilerinin ve interaktif oyunların yaygınlaşması; fantastik edebiyatın gelişmesiyle bağlantılı kurmaca anlatı oluşturma çabaları; internet üzerinden parçalarını muhatabının seçtiği sıkıştırılmış roman metincikleri; kısacası görselliğin körüklediği tüm bu mekanizma, romana meydan okuyan oluşumlar arasında yer alıyor. Sinema, kendine özgü kaliteli bir anlatı türü olarak bir kenara konulabilirse de, televizyon dizileri 19. yüzyılda gazetelerde tefrika edilen romanların kötü bir taklidi. Aynı zamanda, hikâyeyi gereğinden fazla uzatan, sündüren biçimiyle bugünün okuru açısından kabul edilemez bir öyküleme tarzı; bir geriye gidiş.Köroğlu bu aşamada bir noktaya dikkat çekiyor: Romanın tükenebileceğini kabul etsek bile, ortadan kalkması ancak insanların bilincini kaybedip hayvan düzeyine inmesiyle mümkün olan anlatı yerli yerinde duruyor. Anlatının bir parçası olan roman ise, kendisine has özellikleri ile başlı başına bir imkân. Okuyucusunu söz üzerinden kurulan bir dünyanın içine çeken; her birini -öznel algıları nispetince- o dünyadan nemalandıran; toplumsal etik, felsefî ahlâk açısından geliştiren ve duygusal eğitimden geçiren zenginleştirici bir tecrübe.Köroğlu’na göre, geçmişten günümüze “roman nedir?” sorusu etrafında kat edilen mesafe, türün sınırlarını daha da genişletti. Romanı estetiğe ve üst-kültüre ait gören ve modern dönemin mabedi olarak tanımlayan anlayış da bu mesafeyle birlikte kabuk değiştirdi. Velhasıl köprülerin altından çok sular aktı. Aradan teorisyenler, felsefeciler, tarihçiler; Saussure, Bakhtin, Derrida, Foucault, Moretti geçti ve bu türe bakışımız değişti. Ian Watt ile kemikleşen 1950’lerin roman düşüncesi de akan sulardan nasibini aldı. Romanın kapitalizme dayalı burjuva sınıfının palazlanmasıyla ortaya çıktığını varsayan tanımlamalar, -doğruluk payına rağmen- türlerin birbiriyle dolaşıma girdiği bu süreci izah etmeye yetmedi. Sosyo-politik ve ekonomik durumların değişmesiyle kültürün değiştiği, altyapıdaki oynamaların üstyapıyı belirlediği şeklindeki klasik inanışlar, tabiri caizse kaba Marksizm, bu türü açıklamakta kifayetsiz kaldı. Dahası, bu işlerin hiç de kolay olmadığı, bugün roman deyip geçtiğimiz türün aslında ne kadar vakit alarak, ne çok evreden geçerek değiştiği; yavaş yavaş dönüştüğü görüldü. Kuramsal tartışmalar hız kazandı. İlginç söylemler ortaya atıldı. Edebiyat Sosyoloğu Moretti, meseleyi merkez-çevre açısından ele aldı. Çeşitli dillerden İngilizceye aktarılmış metinleri inceleyerek, romanın 18. yüzyılın başında İngiltere’de ortaya çıktığını; ama normun bu ülke değil, kaynağın benimsendiği ve yeniden yazıldığı çevre olduğunu ileri sürdü. Kaynaktaki olay-örgüsü çevreye özgü bir anlatım ve karakterlerle roman haline getiriliyordu. Bakhtin, sokağın romana taşınmasını romanlaşma olarak tanımladı. Modern çağda, romanın kendisinden önceki ve kendisiyle aynı dönemdeki türleri romanlaştırdığını ve bir tür karnavallaşma yaratıldığını iddia etti. Kurmaca anlatılardaki diyalojizme, farklı seslerin bir araya gelip konuşmasına dikkat çekti. Konuşma türlerine eğildi, dilin alt-dillerine önem verdi. Derrida da benzer şekilde çok-dilliliğe işaret etti; edebiyatta ve gündelik dilde sırf bize ait bir tür yoktu; türe katılım vardı. (Köroğlu, dışarıda bunca tartışmayı alevlendiren romanın çıkışı meselesine, bizde hâlâ aşağılık kompleksiyle yaklaşılmasını tuhaf karşılıyor)Neticede, tüm bu teorik çerçeve, farklı disiplinlerle zenginleşen çeşitli bakış açıları ve hâlihazırda devam eden sıra dışı çalışmalar, kendisine meydan okuyan alâmetlere karşın romanın tükenmeyeceğini, tersine gitgide büyüyen bir imkân olarak devam edeceğini gösterdi; bir türü dışında: tezli roman!