17. ve 18. Yüzyıl Osmanlısında Melâmîlik: İç Yapısı ve İlişkileri
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde 17-18. yüzyıllarda Melâmîlik üzerine yaptığı yüksek lisans tezini dinleyicilere sunan Ali Erken, Melâmî-Bayrâmîlerin kendi tarihlerini anlattıkları üç kitabı analiz ederek -literatürde Melâmîler hakkında en çok vurgulanan meseleye, yani siyasî otorite ile aralarındaki sorunlara sarf-ı nazarla- Melâmîlerin kendilerini nasıl gördüklerini anlayabilmeyi hedeflemektedir. Erken’in tezinde analiz ettiği kitaplar, 1630’larda Sarı Abdullah Efendi tarafından yazılan Semerâtü’l-Fuâd; 1750’lerde Lâlîzâde’nin yazdığı Sergüzeşt ve Müstakimzâde’nin kaleme aldığı Menâkıbnâme adlı eserlerdir. Erken, sunumuna bu eserler ve müellifleri hakkında kısaca bilgi vererek başladı.İlk eserin müellifi Sarı Abdullah Efendi XVII. asırda İstanbul’da yaşamış ve devlet kademesinde görev almıştır. Sarı Abdullah Efendi’nin kendi ifadelerine göre Semerâtü’l-Fuâd’ı yazma sebebi, Melâmî-Bayrâmîliği anlatmak, tarikat hakkındaki yanlış kanaatleri bertaraf etmek ve aslında diğer tarikatlardan bir farkının olmadığını göstermektir. Bu eserin yazılışından bir asır sonra yaşayan, Sarı Abdullah Efendi’nin ikinci kuşak torunu Lâlîzâde Abdülbâkî Efendi Sergüzeşt adlı eserini kaleme almış ve eserinde Melâmîliğin esaslarından, padişah ve devlet adamları tarafından doğru bir şekilde anlaşılamadığından bahsetmiştir. Lâlîzâde’nin eserinden yaklaşık 20 yıl sonra Müstakimzâde Süleyman Sadeddin Efendi Menâkıbnâme adlı eserini yazmıştır.Erken tezinde, Melâmîlerin hem dönemin en etkin tarikatlarından Nakşibendîlik, Halvetîlik ve Mevlevîlik hem de Osmanlı siyasî otoritesi ile ilişkilerinin nasıl olduğunu ve velilik kavramına yükledikleri anlamı tespit etmek amacıyla ismi geçen eserleri
-bu sorulara cevap arayarak- analiz ediyor. Melâmîler, manevî özellikler bakımından, bir velîyi (Melâmîlerce kutub) günahsız, hata yapmayan, mutlak manevî otorite sahibi bir kimse olarak görmektedir. Bu noktada diğer tarikatlardan farklı bir çizgide bulunmadıkları anlaşılmaktadır. Sosyal hayatta ise, ticaret, tarım ya da devlet kademesinde yer alan kutubların hayatın içinde yer aldıkları görülmektedir; zira Melâmîliğin hayatın içinde kalarak gerçekleşeceği düşünülmektedir.Erken’in dikkat çektiği bir başka husus ise, Melâmîliğin kesbî olarak değil, vehbî olarak kazanıldığıdır; yani melâmet yoluna girecek kişi, devrin manevî büyükleri tarafından bu yola kazandırılır. Bu yüzden, geçmişte yanlış yollara sapmış kişiler Melâmî şeyhi olabilmektedir. Erken’in tezinde önemine işaret ettiği bir diğer nokta, mürîd ile mürşid arasındaki birebir ilişkidir. Halvetîlikte olduğu gibi rüya ile irşad yolu Melâmîlikte yoktur. Mürîd ile mürşid arasındaki birebir eğitim yolu, tarikatın Halvetîlik ve Nakşibendîlik kadar yaygınlık kazanamamasının sebeplerinden biridir. Erken’e göre, Melâmî eserlerinde, zamanın kutbunun vefat etmesinin ardından bir sonraki kutbun ne şekilde seçileceği yönünde herhangi bir kriterin yer almaması da ilgi çekici bir noktadır. Konuyla ilgili eserlerde, kutub vefat ettikten sonra mürîdlerin kalplerine gelen ilhamla bir kişinin etrafında toplandıkları ifade edilmektedir. Ayrıca kutbun, Osmanlı siyasî hayatını etkilediği yönünde bir inanç vardır ve bazı olaylar ile kutublara gösterilen muameleler arasında doğrudan alaka kurulmaktadır.İncelenen eserlerde Melâmîler, diğer tarikatlar ve devletle dostane ilişkiler içerisinde gözükmektedir. Erken, bu durumu, Melâmî olmalarından dolayı bazı sıkıntılar yaşayan mürîdler için yol gösterici nitelikte yazılar kaleme almak isteğiyle ilintilendirmektedir. Bu durum, eserlerin hem giriş hem de sonuç kısımlarından anlaşılabilmektedir.Melâmîlikle ilgili literatürde en çok yer tutan Melâmîlerin devletle ilişkilerinin netâmeli oluşu meselesini, incelediği eserlerde görebilmenin pek mümkün olmadığını söyleyen Erken, Hamza Bâlî ve İsmail Ma‘şûkî gibi idam edilen Melâmî şeyhlerinin idam ediliş sebeplerine bu eserlerde yüzeysel bir şekilde temas edildiğini, bunun da Melâmî-Bayrâmîlerin 16. asırdan sonra geçirdikleri dönüşümden kaynaklanabileceğini ifade etti. Daha önceden küçük yerleşim birimlerinde yaygın olan Melâmîlik, 17. asırda İstanbul, Edirne ve özellikle Balkanlar’da yayılmış ve devlet kademesinde yer alan Melâmîlerin sayısı artmıştır. Erken, daha önceden yaşanan bazı sorunların bu sebeple dile getirilmek istenmemiş olabileceğini belirtti.