Osmanlı Entelektüel Hayatının Genel Hatları
Bir süredir Kanada McGill Üniversitesi Institute of Islamic Studies’te çalışmalarını sürdüren İhsan Fazlıoğlu, Osmanlı entelektüel hayatını iki boyutta inceledi: (a) Osmanlı entelektüel tarihi araştırmalarında içine düşülen psikolojik sorunlar ve yöntem sorunları. (b) Osmanlı entelektüel hayatını dönemlendirme sorunu.Fazlıoğlu’na göre Osmanlı entelektüel tarihi araştırmalarında içine düşülen psikolojik sorunlar ve yöntem sorunlarının başında, entelektüel faaliyetleri tanımlama biçimimizin güç ilişkisine göre şekillenmesi gelmektedir. Bunun yanında, entelektüel tarih okumalarının “öteki”ne göre yapılması; incelenen dönemin kavramsal dünyasının iyi bilinmemesi; ilişkilerin kuruluş şekli ile olgu ve olaylar arasındaki ilişkilerin nasıl ilerlediğinin dikkate alınmaması; entelektüel hayatın mantık örgüsünün göz ardı edilmesi; entelektüel faaliyet olarak ilim ile sosyal bir enstrüman olarak kullanılan bilimi birbirinden ayırmamak/birbiriyle ilişkisini iyi tahlil etmemek, yani bilginin tanımı, mülkiyeti, üretim faktörleri ve bu faktörlerin kimler tarafından kontrol edildiği gibi soru(n)lara cevap vermemektir.Sözkonusu sorunları örneklerle daha belirgin hâle getiren Fazlıoğlu, konuşmasının ikinci kısmında Osmanlı entelektüel hayatını beş döneme ayırarak incelemenin doğru olacağını belirtti:1. Teşekkül Dönemi: Bu dönem, dil ağırlıklı, toplumsal ihtiyaçlardan dolayı, tatbikî/uygulamalı karakteri yüksek ve kelâmı dikkate alan irfanî yönelimin ilk nüvelerini taşır. Sultan Yıldırım Bayezid’in yüksek İslâm kültürüne dayalı beylikten devlete geçiş siyaseti gereği Mehmed Fenârî’nin eliyle mantık, usûl ve matematik ilimler yavaş yavaş Osmanlı ilmî-felsefî hayatında yer bulmaya başlar. Unutulmamalıdır ki, hem İstanbul’un fethini mümkün kılan hem de Fatih Sultan Mehmed’in yeniden örgütlediği entelektüel hayatın kurucuları Fenârî ve çevresinin yetiştirdiği isimlerdir. Bu dönemde, çağın ruhuna uygun olarak varolan, Abdurrahman Bistamî gibi Hurufîler de dikkate alınmalıdır.2.Birinci İstanbul Felsefe-Bilim Çevresi: İstanbul’un fethinden 1585’e kadar, yani Takiyeddin’in ölümüne kadar süren dönemi kapsamaktadır. Bu dönem, bizzat Fatih Sultan Mehmed’in yürüttüğü muhâkemât projesi çerçevesinde, İslâm medeniyetinin kendi dönemindeki kültür havzasında mütedavil ilmî-felsefî okullar temel konularda mukayese edildi. Bu muhâkeme de, daha önceki Kayserî-Fenârî hattındaki irfanî-kelâmî çizginin, başta Ali Kuşçu olmak üzere, Semerkand Matematik-Astronomi Okulu mensuplarının da katılımıyla riyazî bir içerik kazanmasına neden oldu. Bu dönemde, nazarî ayakta kelâmî, keşfî ayakta ise irfanî yöntem benimsendi. Bu ilkelerin ışığında, tüm farklı düşünceler dikkate alındı: bilgi, varlık, varolan, cisim, cismin temel nitelikleri olması bakımından mekân, hareket ve zaman gibi konular ele alındı; bu konuların âleti olması bakımından dilin analizi üzerine kurulu mantık tüm yönleriyle incelendi; özellike beş tümel ve tanım kuramı (tasavvurât) ile önerme, yargı ve çıkarım sürecini konu alan tasdikât kısımları birbirinden ayrılmaya yüz tuttu. Bu çerçevede, felsefî-ilmî araştırmalarda varlık-kanıtı (burhan-ı innî) ile niçin-kanıtı (burhan-ı limmî) ayrımı yeniden ele alındı. Öte yandan aklî dil kuramı (ilm-i vad‘) çalışmaları yeni bir ivme kazandı. Şemseddin Fenârî’nin daha Bursa’da başlattığı bu süreç, öğrencileri ya da onun inşa ettiği ilmî-felsefî ortamda hayat bulan âlimlerce sürdürüldü. Molla Hayâlî, Molla Hüsrev, Hızır Çelebi, Sinan Paşa, Molla Lütfî, Hatibzâde, Ramazan Efendi, Efdalzâde, Molla Ahaveyn, Fenarîzâde Ali Çelebî, Hocazâde, Alaaddin Tûsî, Hasan Çelebî, Muslihuddin Kestellî, Molla İzârî, Ebû İshak Neyrizî, Müeyyedzâde gibi pek çok isim bu sürece katkıda bulundu. İlginçtir yine bu dönemde Oğuz Türkçesi hem edebiyat hem de felsefe-bilim sahalarında kullanılan bir dil hâlini almaya başladı.3. Yaklaşık olarak 1585’den başlayıp 1702’ye kadar devam eden üçüncü dönem, amelî felsefe, simyevî doğa felsefesi ve theosophynin hâkim olduğu bir dönemdir. XVI. yüzyılın sonunda, iç ve dış değişkenlere bağlı, maddî ve manevî sıkıntılar sebebiyle daha çok simyevî doğa felsefesi, theosophy (irfan) ve -başta ahlâk ve siyaset olmak üzere- amelî felsefe üzerinde duruldu. Özellikle selefî Kadızâdeliler ile irfanî çevreler arasında mevcut durumun doğası hakkında dinî-ideolojik temelde patlak veren tartışmalar irfanî ve işrakî okulların üretimini zenginleştirdi: İsmail Hakkı Ankaravî, Mahmud Hüdâî, Abdullah Bosnevî, Sarı Abdurrahman Efendi gibi pek çok isim Konevî-Kayserî çizgisindeki irfanî keşf ile Mevlânâ çizgisindeki sufî zevk yaklaşımlarının üst seviyeli theo-sophik terkibine yöneldiler. Yine bu dönemde İsmail Hakkı Ankaravî’nin, Şihabeddin Sühreverdî’nin işrak felsefesini irfan açısından değerlendirmesi dikkate değerdir. Nitekim bu yüzyılda, yukarıda zikredilen adlar tarafından, en önemli Fusûs ve Mesnevî şerhleri kaleme alınmıştır.İktisadî bunalım, klasik simya ve kimya tekniklerinin tekrar gündeme alınmasını doğurdu ve İstanbul’da bir kimya laboratuarı kurarak incelemeler yapan Fazıl Ali Bey’in bu sahada pek çok eser kaleme almasını sağladı. Bu tavır XVII. yüzyılda Paracelsus kimyasına dayalı yeni tıbbın İstanbul’da benimsenmesi için uygun bir vasatın oluşmasına neden oldu. Ali İznikî çalışmalarında yalnızca pratik-maddî amaçlarla yetinmedi; onun çalışmalarıyla simyevî doğa felsefesi, tüm Osmanlı tarihinin en verimli dönemini yaşadı.4. Dördüncü döneme gelince, XVII. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da, hem iç hem de dış (İran-Avrupa) değişkenlerle yavaş yavaş başlayan ve yukarıda özetlenen süreç, Abdülvehhâb Halebî, Alaaddin Niksârî, Müneccimbaşı Ahmed Dede, Kara Halil, İsmail Hakkı Bursevî, Saçaklızâde, Esad Yanyavî, Mehmed Emin Üsküdarî, Veliyüddin Carullah, Mehmed Darendevî, Mustafa Sıdkı, Mestçizâde, Muhammed Kürdî, Abdullah Amasî, Mehmed Kefevî, Mehmed Akkirmânî, Mehmed Hâdimî, İsmail Gelenbevî ve adlarını tek tek sayamayacağımız pek çok adın tarih sahnesine çıkmasını sağladı. Bu adların ortak bir kaygıdan hareket ederek üzerinde düşündüğü sorunlar ve ürettikleri yanıtlar, XVIII. yüzyıl İstanbul’unu tüm Osmanlı tarihinin en canlı entelektüel yüzyıllarından biri kılar. Fazlıoğlu’na göre -kendisinin İkinci İstanbul Felsefe-Bilim Çevresi diye adlandırdığı- bu hareketin içinde bulunduğu durum bunalım; tavır arayış; yöntem ve amaç geçmişten hareketle geleceği kurmak, başka bir deyişle, yeniyi/cedidi eskiden/kadimden türetmektir. Kısaca, Osmanlı bilginleri, XVII. yüzyıldan itibaren vuku bulan iç gelişmeler ve tartışmalar ile Batı Avrupa’dan gelen birikimin niceliksel artışı sonucunda mensup oldukları gelenekte şimdiye değin yapılan felsefî-ilmî sorgulamaların oluşturduğu birikimin ve kullanılan yöntemlerin, açıklama gücünden şüphelenmeye başladı. Bu şüphe, içerisinde iş görülen çerçeveye karşı bir güven bunalımı doğurdu; bunun sonucunda bilginler mevcut birikimi yeniden üretti; tekrar sorguladı ve kadim köklerine geri giderek dönüştürmeye çalıştı. Amaç, yine İstanbul merkezli, kadim köklerle ilişkili cedid bir arayıştır. Bu arayış, Nizam-i cedid’i olanaklı kılacak; ancak siyasî bekâ kaygısı, arayışın önüne geçince Tanzimat’la birlikte nazarî arayış, tatbikî çözüme dönüşecektir.5. Sanayi Devrimi’nin savaş meydanlarına yansımaya başlaması, yeni bilme tarzının yavaş yavaş kamusal etkisinin artması, öncelikle mikrobun keşfiyle bilimin zihnî-entelektüel bir etkinlik olmaktan çıkıp sosyal bir içerik kazanması, evrim kuramıyla birlikte insanın ve toplumun yeniden yorumlanması, Öklit-dışı geometrilerin keşfi, 1860’larda Güneş sisteminin dışına çıkılması, bilim ile teknolojisinin üst seviyede izdivacı gibi, XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın başlarında vuku bulan, burada sayılamayacak pek çok yeni gelişme, iç ve dış siyasî gelişmelerle birleşince hakikat yerini siyasete, nazarîyat da tatbikata bıraktı. Bu nedenle felsefî-ilmî sahada Salih Zeki, Vidinli Tevfik Paşa, Mehmed Nadir, Baha Tevfik, Ziya Gökalp, Babanzâde Ahmed Naim gibi pek çok ad, Batı Avrupa’daki gelişmeleri de dikkate alan, hatta birebir takip eden yeni bir dil ve yeni bir inşâ için uğraşırken, Cevdet Paşa, Ali Sedad ve Fatma Aliye Hanım gibi başka bazı adlar da kadimin tadil edilerek, yer yer yeniye göre yorumlanarak varolan bilgi akışına dâhil edilmesine çalıştılar. Bu çizgide bile İstanbul, İslâm medeniyetinin en seviyeli eserlerini vermeye devam etti, Abdünnâfî, Şerh-i Burhân’da, Ahmed Avni Konuk, Şerh-i Füsûs ve Şerh-i Mesnevî’de, Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili’nde kadim nazarî bakış açısınınson görkemli örneklerini vererek çekildiler.