Berlin İzlenimleri
Sonunda, bir senedir gecemi gündüzümü dolduran Doktora Yeterlik Sınavı’nı verip tez konum olan Cemal Paşa’nın Suriye Valiliği’ne yoğunlaşma imkânını bulabilmiştim. Konu I. Dünya Savaşı dönemi ile ilgili olunca o dönemde Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan Alman devletinin arşivlerindeki evrakı incelemek büyük önem arzetmekteydi. Hem mevzubahis evrakı incelemek hem de pek de iç açıcı olmayan Almancamı ilerletmek için Berlin’e gitmeye, tez konumla ilgili ilk okumalarımı yaparken karar vermiştim.
Uçuşumun gece geç saatlerde olması dolayısıyla hem İstanbul’da hem de Berlin’de havaalanı gayet sakindi. Berlin’e vardığımda saat iki olmuştu. Vizeleri kontrol eden polis memurunun, pek de bana benzetemediği, bol sakallarımın yüzümü kapattığı vize fotoğrafıma uzun uzun bakması dışında dikkate değer bir hadise yaşamadım Berlin-Schönefeld Havaalanı’nda. Bavulumu alıp, bundan sonra ikamet edeceğim adres istikametine giden N7 otobüsünü gösteren ok işaretleri yönünde ilerlemeye başladım. Bu otobüsten indikten sonra S1 numaralı, otobüs mü tren mi olduğunu kestiremediğim araca binecektim. Havaalanında bekleyen ve giyim kuşamından ve yüzünün renginden Türk olduğunu tahmin ettiğim birine yaklaşıp Türkçe, S1’in otobüs hattı mı yoksa tren hattı mı olduğunu sordum. Otobüs hattı deyip savdı beni başından. 45 dakika süren bir yolculuktan sonra N7’den inip Yorckstrasse’de S1 numaralı otobüsü beklemeye başladım. Otobüs durağının tepesinde S1 yazısını görmek beni tamamen rahatlattı. Saat gecenin dördüydü ve bendeki bilgilere göre S1 yarım saat sonra gelecekti. Durağa oturup ayaklarımı bavulumun üzerine uzattım ve otobüsün gelmesini beklemeye başladım. Hem önceki günün koşuşturmacasının verdiği yorgunluk, hem de iki buçuk saatlik uçak yolculuğunun yorgunluğu üzerime tatlı bir rehavet getirdi ve gayr-ı ihtiyari durakta uykuya daldım. Uyandığımda etraf aydınlanmıştı ve başımda iki polis bana Almanca bir şeyler soruyorlardı. Kendilerine İngilizce mukabele edip S1 numaralı otobüsü beklediğimi ifade ettim. Hafiften gülümseyip bizimle gel dedi kilolu ve kırmızı yüzlü olanı. Ben ise S1’i beklediğimi yineleyip Pasaportun üzerindeki vizeyi de göstererek kendileriyle gelmem için bir sebep bulunmadığını söyledim (Bu arada “Karakolda Ayna Var”dan “cop dirina dirinaa”ya kadar bildiğim karakol temalı şarkıların tamamının kısa pasajlar halinde zihnimde teganni ettiklerini de itiraf etmeliyim. Muhtemelen siz de Banker Maho filminden İlyas Salman’a ait replikler hatırlıyorsunuz: Peblike, Münih, edres edres). Polislerin İngilizceleri çok iyi olmadığı için sadece “gel!” diyorlardı. Epeyce bir tereddütten sonra “tevekkeltü alellah” deyip kendilerini takip ettim. Bavulumu öteki polis alıp polis arabasının bagajına koydu. Ben de arabaya bindim. Üç dakika sonra bir tren istasyonunun giriş kapısı önüne geldik. Polis yeniden “gel!” diye seslendi bana ve asansörle istasyona çıktık. Tabeladaki S1 işaretini gösterip burada bekleyeceksin anlamında bir şeyler söyledi. Tabelayı görünce neler hissettiğim anlatacak kelime bulmak bir hayli zor. Daha yeni geldiğim bir memlekette ilk geceyi karakolda geçirmek riski epeyce korkutmuştu beni. Acaba sınırdışı mı ediliyorum diye de düşünmedim değil bir ara. Polise en içten şükranlarımı arzedip, beni ikamet edeceğim yere götürecek S1 numaralı trene bindim.
***
İşte böyle başladı Berlin macerası. Adres kaydı, okul kaydı vs. derken yavaş yavaş alıştım şehre. Her şeyin prosedürünün belli olması intibakımı daha da kolaylaştırdı. Berlin’de yaptığım ilk gezide Soğuk Savaş döneminden kalma ikiye bölünmüşlüğün izlerinin hâlâ canlı olduğunu fark ettim. Berlin’in Doğu Bloğu sınırları içerisinde kalan kısmında 20 seneyi bulan birleşmeye rağmen görece bir “gerilik” göze çarpıyordu. Ayrıca, tarihî Berlin’in önemli bir kısmı Doğu Bloğu sınırları içerisinde kaldığı için, bu kısımda iskelelerle kaplı restore edilen bina sayısının fazlalığı dikkat çekmekteydi. Tarihî Berlin’in merkez caddesi Friedrich Strasse ile Berlin’in bir zamanlar giriş kapısı olan Brandenburger Tor arasındaki binaların duvarlarında hâlâ İkinci Dünya Savaşı’nın son sahnesinde cereyan eden sokak çatışmalarından kalma çok sayıda kurşun izine rastlamak mümkün.
Berlin’deki ikametgâhım şehrin dışında sayılabilecek bir yer olan Schlachtensee bölgesiydi ve burada Almanlarla tanışma imkânı diğer bölgelere nisbetle daha fazlaydı. Genç olsun yaşlı olsun Almanlarla diyalog kurmak bizim topluma kıyaslandığında çok daha kolaydır. Özellikle yaşı ilerlemiş teyzelere ve amcalara otobüs durağında tesadüf edince bir “Halloo!” demeniz yeterli gittikçe koyulaşan bir muhabbete başlamak için. Almanca dinleme-anlama yetimin gelişmesinde otobüs durağında başlayıp tren istasyonunda da devam eden bu sohbetlerin büyük etkisi olmuştur diyebilirim.
Her düzeyden Almanlarla, Türkiye üzerine yaptığım sohbetlerde Türkiye’nin AB üyeliği hakkındaki düşüncelerim en çok merak edilen konulardandı. Daha çok onların bu konudaki düşüncelerini öğrenmek için yuvarlak cümlelerle topu onlara atmayı tercih ettim. Türkiye’deki insan hakları sorunları ve ekonomik problemler ilk cümlelerde ifade edilen mevzulardandı. Ayrıca Almanların kendi zenginliklerinin dışarıya aktarılması hususunda hassas olduklarını da ifade etmek gerekiyor. Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Almanya’nın Türkiye’ye iktisadî yardım yapması ve buna bağlı olarak Alman iktisadının daha da kötüleşmesi demekti birçoğu için. Almanların en çok hassas olduğu nokta iktisadî vaziyetin kötüleşmesi meselesi olmalı. Öyle ki, Batı Almanyalılar, birleşme sonrası Doğu Almanya’nın kalkınması için hükümet tarafından harcanan paralardan bile şikayetçiler.
İstanbul gibi her günün birbirinden farklı yaşandığı bir şehirden gelenlerin birçoğunu, başlangıçta en çok büyüleyen şey kuşkusuz Alman disiplinin gündelik hayata getirmiş olduğu “düzen”. Devlet dairelerinde işimin çabucak hallolması, otobüslerin tam vaktinde gelmesi, randevularıma tam vaktinde gidebilmem ve buna benzer kolaylıklar, beni başlangıçta bu “düzen”e hayran etse de, bunun aslında insanın her anını kontrol altına alan ve insanı hayatla birlikte monotonlaştıran bir düzenek olduğu hissine kapılmam uzun sürmedi. Farklı şeyler yapsam dahi gündelik hayata sirayet etmiş, -ya da benim öyle algıladığım- monotonluk İstanbul’dayken çok şikayet ettiğim trafik sıkışıklığını bile benim için özlenilir kıldı zaman zaman.
***
Doktora tez konusu için yurtdışına araştırma yapmaya gitmiş birisinin en çok vakit geçirdiği yerler elbette kütüphanelerdir. Berlin’de çok şeyi beğendim ama hayran olduğum iki şeyden biri kütüphaneleri. Kütüphaneye girdikten sonra içerideki hava araştırma yapmak için şevklendiriyordu beni. Neredeyse her gün dolu olmasına rağmen çıt çıkmıyor kütüphanenin içinde. Koleksiyonun zenginliği ve kütüphane görevlilerinin okuyucuların karşılaştıkları problemleri halletmek konusunda gösterdiği gayret kütüphanede beni en çok etkileyen hususlardı. Muhtemelen Berlin-Staatsbibliothek’teki Türkçe kitap adedi İstanbul’daki en zengin koleksiyona sahip kütüphanedeki toplam kitap adedinden fazladır.
Berlin’de en çok vakit geçirdiğim yerlerden bir diğeri Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi. Arşivin çalışma şartları tarihçiler için çok avantajlı. Siz gitmeden önce mail yoluyla Arşiv görevlilerine inceleyeceğiniz dosyaların isimlerini bildirdiğinizde, gittiğiniz gün dosyaları önünüzde bulma imkânına sahipsiniz. Almanya’daki diğer arşivlerden farklı olarak Dışişleri Bakanlığı’nın en güzel tarafı fotoğraf çekilmesine müsaade edilmesi. Bu da hem vakitten tasarruf sağlıyor hem de incelediğiniz belgeyi başka bir ortamda daha sakin bir zihinle yeniden değerlendirme imkânı veriyor.
Almanya, Osmanlı/Türkiye araştırmaları açısından da son derece zengin bir ülke. Alman dilinde özellikle Osmanlı tarihi üzerine yapılan neşriyatın umduğumdan çok daha fazla olduğunu belirtmeliyim. Almanya’daki yoğun Türk nüfusu ve bu nüfusun problemleri Osmanlı tarihçiliğinin bu kadar revaçta olmasının en önemli nedeni olsa gerek. Berlin’de faaliyet gösteren Zentrum Moderner Oriento, Almanya’da Orient araştırmalarının merkezi konumunda. Bu merkez bünyesinde Osmanlı coğrafyasının muhtelif parçalarını konu alan sunumlardan tutun da, Osmanlı şehirleri, Türk edebiyatı gibi üst başlıkları olan tematik atölyelere kadar Osmanlı dönemi ve sonrasına dair akademik faaliyetlerin sayısı epeyce fazla. Ayrıca, ZMO Osmanlı tarihi üzerine çok sayıda yayına da sahip.
Bütün bunlara rağmen Berlin’deki ikametim, Batı’da akademik çalışma yapmanın avantajlarına dair düşüncelerimde de birtakım değişikliklere yol açtı. Türkiye üzerine akademik çalışma yapmak için malzeme açısından Batı her ne kadar daha zengin olsa da, burada Türkiye üzerine çalışmanın çok da ideal olmadığını düşünmeye başladım artık. Zira, Türkiye üzerine çalışanlarla sıkı irtibat halinde olmama ve bu konudaki hemen hemen bütün ilmi faaliyetlere katılmama rağmen entelektüel olarak gerilemiş olduğumu hissediyorum. Türkiye’deki zengin tartışma ve fikir alışverişi ortamını burada bulabildiğimi iddia etmem çok zorlama olur. Türkiye’de her gün üzerinde çalışılması gereken bir yığın konu zihnimi meşgul ederken burada bu sayının çok çok azaldığını itiraf etmeliyim.
***
Berlin için Türkiye’nin üçüncü büyük kentidir derler. Kreuzberg, Neuköln, Mitte gibi Berlin’in en merkezi semtlerinde Türk nüfus oranı bir hayli yüksek. Sokaklardaki Türkçe dükkan tabelalarından tutun da büyük alışveriş merkezlerinde Almancanın yanında Türkçe yapılan anonslar kendinizi Türkiye’de gibi hissettiriyor. Bir de ezan okunsa Berlin’in merkezinde gözlerinizi kapatıp Türkiye’de olduğunuzu düşünebilirsiniz. Daha sonraları anladım ki bu da Soğuk Savaş’ın ve Berlin Duvarı’nın bir cilvesiymiş meğer. Duvarın varolduğu zamanda Batı Berlin’in banliyöleri olan bu mekânlar duvar kalkınca birden bire şehrin merkezi oluvermişler. Türk nüfusun yoğun olduğu semtlerdeki halk kütüphanelerinin Türkçe kitap koleksiyonu bir hayli zengin. Ayrıca Türkiye’de son çıkan filmlerin DVD’lerini de bulabilirsiniz bu kütüphanelerde. Bu semtlerde her işinizi Türkçe halledebilirsiniz. Dönercisinden her çeşit lokantasına, baklavacısından simitçisine kadar Türkiye’nin ortalama bir şehrinde bulabileceğiniz herşey mevcut burada. Yemek kalitesi bakımından Türkiye’deki lezzeti yakalayabilenlerinin de varolduğunu ifade etmeliyim. Buradaki Türk marketleri 1970’lerin Türkiye’sindeki bakkalların mekân olarak büyütülmüş hali. Alman marketleriyle ve Türkiye’deki marketlerle kıyaslandığında hem iç mekânın ferahlığı hem de dış görünüş çok çok kötü durumda.
Son yıllarda Alman Devleti’nin gündemini en çok meşgul eden mesele Türk nüfusun entegrasyonu meselesi. Hem Türkler Almanya’da kalıcı olmaya karar vermiş durumda hem de Almanlar entegrasyon hususunda kararlı görünüyor. Entegrasyonla neyin kastedildiğini tam olarak anlayabilmiş değilim açıkçası. Almanlar, Türklerin Almanca öğrenip Alman toplumunu benimsemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Fakat, zaten, yeni yetişen Türk nesli Almancayı çok iyi konuşuyor hatta Türkçelerinin çok kötü olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca, hem devlet kademesinde hem de gündelik hayatın birçok alanında Türklerin mevcut olduğunu müşahede ediyorum. Hatta, Türklerin, tahsil yapsalar bile, Almanya’da işsiz kaldıkları inkâr edilemez bir gerçek. Bütün bunlara rağmen entegrasyon denilen sorun nedir anlamak bazen güç olabiliyor.
Resmi rakamlara göre Berlin’de 240 bin Türk yaşıyor. Alman tabiiyetinde olan Türkler bu rakamın dışındalar. Onları da katarsanız rakam 300 bine ulaşır benim tahminime göre. En doğusundan en batısına kadar Türkiye’nin her yöresinden insan var Berlin’de. “Berlinli” Türklerin anlattıklarına göre zamanında Türkiye’de yaşanan siyasî çatışmaların tamamının izdüşümleri Berlin’deki nüfus arasında da mevcut imiş. Son senelerde, bu tür kutuplaşmalar kaybolmaya başlamış.
Berlin’de gurbetçilerin yıllar yılı nasıl bir motivasyonla yaşadıklarını Türklere ait olan birçok müessesede gözlemleyebilirsiniz. Apartman dairelerinden bozma camiler Berlinli Türklerin yıllar yılı kendilerini burada geçici olarak telakki ettiklerinin bir fotoğrafı gibi. Yıllar yılı Türkiye’ye dönmek gayesiyle yaşayan insanlar buralarda kalıcı eserler bırakmayı düşünmemişler. Osmanlı mimarisi usullerine göre Berlin Türk Şehitliği’nin arazisi üzerine inşa edilen Şehitlik Camii bir tarafta tutulacak olursa, yüz yıl sonra Berlin’i ziyaret edenler için burada bir zamanlar Müslümanların yaşadığının alameti olarak gösterilebilecek neredeyse hiçbir şey yok. Bu da Türkiye’ye dönme hayaliyle yaşamış olmanın bir neticesi olsa gerek.
Almanya genelinde, Türklerin yapıp ettiklerinden dolayı Türk imajı oldukça olumsuz. Türk kelimesi burada dalavereci, üç kağıtçı, sahtekar gibi kelimelerle birlikte kullanılıyor çoğu zaman. Hatta, türken diye bir fiil var Almancada ve “sahtekarlık yapmak” anlamına geliyor. “einen Türken bauen” kalıbı en meşhur Almanca-Türkçe sözlükte “birini aldatarak hazırlanmadan iş yapmak”, “sanki öyle imiş gibi göstermek” anlamına geliyor. Dahası, Eğer bir Türk, arabasını satacaksa -daha önce yaşanılan kilometre sıfırlatma hadiseleri yüzünden- kendi adına gazeteye ilan vermek yerine arabayı Alman eşinin üzerine yaptırıp onun adına ilan vermeyi tercih ediyor.
Buradaki Türk nüfusunun ilmî faaliyetlere olan ilgisinin ortalamanın çok çok altında olduğu kayda değer bir gerçek. Berlin’deki Türk öğrenciler tarafından kurulan Berliner Studentin Verein’in faaliyetleri buna bir istisna teşkil etmekte. Bu çatı altında bir araya gelen bir grup master ve doktora öğrencisi, Türkiye’deki birçok akademisyen ve fikir adamını misafir etmenin yanında muhtelif konulardaki okuma gruplarından film atölyelerine, Osmanlıca seminerlerinden mantık derslerine kadar dikkate değer ilmi faaliyetler yapmaktalar.
Önümüzdeki yıllarda Almanya’da Türk-Alman ilişkileri nasıl gelişir bilinmez ama bilinen bir gerçek var ki o da Almanya’da yaşayan Türklerin Almanya’nın sosyal dokusunu ciddi olarak değiştirip renklendirdikleridir.