Felsefe 10 Türkiye’de Otantik Felsefenin İmkânı ve Din Felsefesi
Bizde felsefe var mı? Neden bizden filozof çıkmıyor? Özgün bir felsefemiz var mı?… Modern dönem Türk düşüncesinin evladiyelik soruları…Felsefe sahnesinde yerini almak isteyen Türk düşüncesinin sıkıntılı gelişimine, mezkur sorular bağlamında uygun çözümler bulma arayışına bir katkı olarak, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Recep Alpyağıl ile yakın bir tarihte İz Yayıncılık’tan çıkan Türkiye’de Otantik Felsefenin İmkânı ve Din Felsefesi: Paul Ricoeur Örneği Üzerinden Bir Soruşturma adlı son kitabı üzerine konuştuk.Alpyağıl, konuşmasıyla ilgili özellikle iki noktaya dikkat çeki: Öncelikle, otantiklik meselesini Batılı bir filozofu örnek göstererek tartışmasının başlı başına bir çelişki olsa da, buradaki amacının Türkiye’deki felsefî camianın kabul edebileceği Batılı bir düşünür üzerinden analoji ile sorunu açıklamak olduğunu belirtti. Ayrıca konuşma üslubunun burhanî değil, hatabî olacağını da bildirdi.Sunumunu muhtelif alıntılarla zenginleştiren Alpyağıl, öncelikle kendi problematiğini Tanpınar’dan yaptığı bir alıntı ile şu şekilde ortaya koydu:Kim olursak olalım, nasıl yetişirsek yetişelim, hayat tecrübelerimizin mahiyeti ve genişliği ne olursa olsun, bizim ağzımızdan hâlâ okuduğumuz Frenk kitapları konuşmaktadır. Tıpkı bizden evvelkiler gibi…Kendini her alanda yeniden tanımlamak isteyen cumhuriyet dönemi siyaseti, felsefe konusunda da bir sıfır noktası arama arayışı içerisine girmiş, “bizde bir felsefe geleneği yok” diyerek geçmişiyle bağını kesmiştir. Kökleriyle bağını kesen felsefe, kendini Batı felsefesine dayandırmış ve taklit olma derdine düçar olmuştur.Alpyağıl’a göre otantik olmak, “kendi olmak”, “taklit olmamak” ya da “sahte olmamak” gibi anlamlara gelmektedir. Buna rağmen, “kendi olma” durumu bir özdeşlik durumu değil, aksine başkalıkla mümkün olan bir şeydir. Alpyağıl, otantiklikten, yerelci-ulusalcı anlamda bir kendi içine kapalı olma durumundan ziyade, öteki ile dinamik bir diyalektik içerisinde varolma sürecini anlamaktadır.Türkiye’deki sorun, kendilikteki bu diyalektik ikiliği görememe, sadece Batı düşüncesini nazar-ı itibara alma meselesidir. Ülkemizde maalesef gelenekle sıhhatli bir ilişki kurulamamıştır; hatta âdeta bir hissizlik hâli sözkonusudur. Oysa Alpyağıl’a göre, yaşanan hâlin bir yansıması olan felsefe ameliyesi, geleneğe dayanmadan sıhhatli bir şekilde ayakta duramaz. Burada kastedilen gelenek yalınkat, sabit, kendinde bir öz olan gelenek değil, kendi içinde devinen ve bugünün ufku ile kaynaşan “Gelen-ek”tir. Şimdinin devingenliğinin ve orijinalliğinin içersinden çıkabileceği zengin, velud bir geçmiştir kastedilen. Bu geçmiş, tarihin bir anında bir şekilde yaşanıp sadece bir zaviyeden kayda geçirilmiş tozlu, tedavülden kalkmış bir miras değil, bilakis şimdiki zamanın kılcal damarlarında akan, şimdinin her yanına hayat taşıyabilecek kadar akışkan ve farklı yönlere dallanabilir bir geçmiştir. “Gelen-ek” deyince, Alpyağıl bu tarz bir geçmişi anlamaktadır.Alpyağıl’a göre, bu coğrafyada gelenekten bahsetmek dine referans yapmakla eşdeğer olacaktır ve otantikliğe gidecek yol eğer gelenekten geçen bir yol ise, bu yolun taşları ancak din felsefesi ile döşenmelidir. Bu noktada Batılı düşünürler örnek teşkil edebilirler. Bahse konu olan Paul Ricoeur, dini, felsefesinin içerisine taşımış, kitaplarında Kitab-ı Mukaddes üzerine düşünmüş ve teolojiye dair yazılar kaleme almıştır. Ayrıca bu yegâne örnek de değildir; Emmanuel Lévinas, Michel Henry, Gabriel Marcel, Gadamer hatta Habermas dâhil birçok muteber çağdaş filozof din felsefesine taalluk eden metinler kaleme almışlardır.Kendilerine meftun olduğumuz Batılı düşünürler, Türkiye’deki gibi sorunları “ya/ya da” bağlamına sıkıştırmamakta, köprüler kurarak bu engelleri aşmaya çalışmaktadır.Demek ki sahih bir felsefe yapmanın yolu, din felsefesi üzerinden gelenekle tekrar sıhhatli bir ilişki içerisine girmektir. Ricoeur’ün tarih yazımının felsefî temellerini sorguladığı Zaman ve Anlatı adlı kitabındaki “anlatı” kavramı üzerinde duran Alpyağıl’a göre, gelenekle ilişkiye girebilmek için, Türkiye’de felsefenin öyküsü yeniden yazılmalıdır. Bunun için de, ideolojik bir biçimde kurgulanmış tek yönlü bir anlatı yerine, anlatı zenginliği üretebilecek bir keşf-i kadime yönelmek gerekir. Ayrıca ona göre bu yeni anlatı, sadece eskisinin yerine ikame edilecek bir başka anlatı değil; yüzlerce farklı anlatının bir arada bulunduğu, “yorumların çatışması” neticesinde en güçlü anlatıların baki kalabileceği bir anlatılar pazarı olmalıdır.Bu noktada Bernard Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi ile Macit Gökberk’in Felsefe Tarihi’ni karşılaştıran Alpyağıl, eserinin adını özellikle “Batı Felsefesi” diye belirten Russell’ın İslâm Felsefesi’ne on iki sayfa dahi olsa yer verdiği hâlde, Gökberk’in “Felsefe Tarihi” gibi kapsayıcı bir başlık altında İslâm Felsefesi’nden hiç bahsetmemiş olmasını bir skandal olarak değerlendirdi. Yine, Ahmet Cevizci’nin yazdığı 17. Yüzyıl Felsefe Tarihi gibi mukayyet olmayan bir başlık içerisinde Batı dışında hiçbir felsefî çalışmadan bahsetmemesini örnek gösterdi ve Osmanlı düşünürleriyle karşılaştırıldığında felsefî ehemmiyeti olmayan Hobbes gibi yeni dünyanın sömürgeci zihniyetinin teorisyeni mesabesindeki bir zatın yanında, aynı dönemde yaşayan İsmail Hakkı Bursevî’den veya Niyazi Mısrî’den bahsedilmemesinin bir kadirşinassızlık örneği olarak telakki edilmesi gerektiğini belirtti.Osmanlı döneminin, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa ve Ahmet Mithat Efendi gibi münevverlerinden yaptığı alıntılarla, o dönemin geleneğiyle yoğun bir ilişki içinde olan aydınının büyük bir özgüvene sahip olduğunu ifade eden Alpyağıl, Türkiye’de felsefe tarihinde önemli bir figür olan Macit Gökberk ile bunları karşılaştırarak, bu algının nasıl değiştiğini ortaya koymaya çalıştı.Yaklaşık iki saat süren toplantı, bu tanıdık anlatının imkânı, bugüne aktarılabilirliği, somut örneklerin eksikliği gibi eleştiriler üzerinden devam ederek yeni sorulara ilham kaynağı oldu.