Felsefe 16 / Din Felsefesinde Temel Problemler: Dinî Çoğulculuk, Ateizm ve Geleneksel Ekol

Paylaş:

Adnan Aslan, İSAM tarafından Dinî Çoğulculuk, Ateizm ve Geleneksel Ekol: Eleştirel Bir Yaklaşım  adıyla 2010 yılında yayımlanan kitabı çerçevesinde bir sunum gerçekleştirdi.

Aslan’a göre din felsefesi İslâm Dünyasında henüz meşruiyetini kazanmamıştır. Bunun sebebi ise, din felsefesinin konularını, mahiyetini ve tartışma tarzlarını tayin eden arka planında Hristiyanlığın bulunmasıdır. Bu arka plan, sadece ilmî bir temel teşkil etmenin ötesinde, hayatta karşılığı olan, mevcuttan neşet eden problemlere dayalı bir tecrübenin ürünüdür. Aslan, Batı’ya özgüymüş gibi görünen din felsefesindeki tartışma konularının, geçmiş serüveninden bağımsız bir şekilde, “kendinde değer” olarak ele alınması ve bu tartışmaların Türkiye’de ve Türkçe yapılması gerektiğini belirtti.

Aydınlanma düşüncesiyle birlikte insanın kendi aklını kullanarak din, gelenek, kilise gibi geçmişin vesayetine karşı başkaldırması din felsefesinin ortaya çıktığı zemini teşkil eder. Kant’ın bilginin aklî değil tecrübî olması gerektiği görüşü dine bakışı da etkilemiştir. Zira din tecrübî değil aklî bilgiye dayanır. Aydınlanmadan itibaren, geleneksel algılanışına alternatif bir şekilde, dinin “tecrübe” şeklinde ele alınması, üzerine yapılan tartışmaların seküler bir zeminde sürdürülmesini de gerekli kılmıştır (Ortaçağ’da da varolan kaderiradekötülükmeseleleri o dönemde din algısında bir değişime neden olmazken, aydınlanma sonrası sekülerleşmeyle birlikte benzer tartışmalar ateizmin doğmasına zemin teşkil etmiştir).

Bu noktada, din felsefesi Batı’ya mahsus bir tarihî serüvene sahip olduğu için, “Batı dışında din felsefesi tartışması nasıl olmalı?” sorusu gündeme gelir. Bize uzanan tartışmaları Batı’nın soru ve sorunları olarak görüp “tepki veren” konumunda mı bulunulmalı, yoksa bu sorularla muhatap olup onları evrensel sorular şeklinde görerek cevap mı aramalı? Aslan’a göre, kendi geleneğinden ve dünya görüşünden beslenerek Batı düşüncesinin sorularını kendi düşüncemizin bir nesnesi kılmak gerekir. Bu aynı zamanda, Batı düşüncesini, kendi bakışımızla mevcuda cevap verme çabasının bir bileşeni kılmayı gerekli kılar. Neticede yapılan şey din felsefesinden ziyade dinî felsefedir.

Din felsefesinde ele alınan “dinî çoğulculuk” meselesi de bu anlamda hakiki, varlığı mevcutta hissedilen bir sorundur. Aslan’a göre dinî çoğulculuk, İslâm’a bir meydan okuma olan dinin izafileşmesini doğurur. Aslan, bu tartışmaların önemli isimlerinden John Hick’in ortaya koyduğu sorunu merkeze alan bir çözüm geliştirmeye çalıştığını belirtti. Hick’e göre, insanların çoğunluğu doğduğu ailenin dinini alır. Dolayısı ile insanlar başlangıç itibariyle dinlerini kendi tercihleriyle seçememek
tedir. Bu tercih-dışılı-
ğa rağmen, bir dinin mensubu diğer bir dinin mensubunun gözünde “kâfir” ve “cehennemlik” konumundadır. Kant’ın numen-fenomen ayrımından beslenen Hick, bu sorunu “bizatihi hak” ile “görünen” arasında ayrım yaparak aşmaya çalışır. Ona göre dinler “bizatihi hak”tan farklı olarak görünen/insanî tecrübeye tâbi doğrulardır. Diğer bir deyişle dinler tek bir hakikatin farklı görünüşleridir. Dolayısıyla birbirinden farklı dinler aslında aynı zirveye giden farklı yollardır. (Burada sözü edilenler, Batı’da ortaya çıkan “yeni dinler” değil, geleneksel dinlerdir. Hick geleneksel din kategorisinde yalnızca beş dini sayar). Peki, bunlardan hangisi kurtulmuştur? Hick’e göre, asıl ayrım Tanrı’yı ve hakikati merkeze alanlar ile bencil  ve kendini merkeze alanlar arasındadır. Hangi yoldan giderlerse gitsinler, Tanrı’yı ve hakikati merkeze alanlar kurtulmuştur.

Aslan, Kur’an’ı merkeze alarak oluşturduğu dinî çoğulculuk problemine ilişkin kendi yaklaşımını beş madde halinde ortaya koydu:

Vahiy evrenseldir. Tarih boyunca yaşamış topluluklar bu vahye muhatap olmuştur. Kur’an’a göre her ümmete peygamber gönderilmiştir.

O halde İslâm dışında da ilâhî kaynaklı dinler gelmiş olmalıdır (Buradaki “olmalıdır” ifadesi bu hükmün varlığının aynelyakin değil, varsayım düzeyinde olmasından kaynaklanır).

Modern dinlerin aksine, geleneksel dinlerin ahlâkî ve doktrinel yapılarında ilâhî kökene sahip olduğu varsayılabilir.

Geleneksel dinler arasındaki metafizik ve ahlakî farklılık ve çatışmaların sebebi, İslâm dışındaki dinlerde vuku bulan tahrif ve bozulmalardır. Bu değişim ve bozulmayı sadece Kur’an’a muhatap olanlar bilebilir. Zira geleneğin içinden bakan (mesela bir Hristiyan) bu bozulmayı gösterebilecek bir mekanizmadan yoksundur. Dolayısıyla bu bozulmanın evrensel/nesnel olarak bilinebilmesi mümkün değildir. Her gelenek kendi düşünce dünyası içinden bakar. Diğeri hakkında konuşur, fakat kendini bilemez.

Kur’an’a muhatap olmayanların, kendi dinlerindeki bozulmaları bilebilecekleri bir mekanizmanın yokluğu sebebiyle “yanlış”a inanmaları kurtuluşlarına engel olmamalıdır.

Son olarak, kendisi de modern dünyada ortaya çıktığı halde, dini merkeze alarak moderniteyi eleştiren Geleneksel Ekol’ün Batı düşüncesini ihata etmeye imkân sağladığını belirten Aslan, bu ekolün temsilcilerinden Aldous Huxley’in din tanımını hatırlatarak sunumunu nihayete erdirdi. Huxley’e göre din, ilâhî varlığı vazgeçilmez kabul eden bir metafizik, insan ruhunun bu ilâhî varlığa benzeyen bir yönü olduğuna inanan bir psikoloji, insanın kurtuluşunu evrensel ve ebedî bilgiye bağlayan bir ahlâktır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir