En Az Gelişmiş Ülkeler ve Türkiye

Paylaş:

On yılda bir tertip edilen ve ilk ikisi Paris, üçüncüsü Brüksel’de yapılan “Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler Konferansı”nın dördüncüsü 7-13 Mayıs’ta İstanbul’da düzenlendi. Devletlerarası Forum, Özel Sektör Forumu ve Sivil Toplum Forumu olmak üzere üç kısımda gerçekleşen konferansta, belli kriterler etrafında “en az gelişmiş ülke” kategorisine giren ülkelerin çeşitli sorunları masaya yatırıldı. Sivil Toplum Forumu (STF) dâhilinde yer alan Entelektüeller Forumu’nun organizasyonuna katkıda bulunan Bilim ve Sanat Vakfı’nda, konferansı değerlendirmek ve önümüzdeki on yıl içinde Türkiye’nin devletler ve sivil toplum düzeyinde yapabileceği katkıları konuşmak amacıyla, konferansın STF koordinatörü Mustafa Tutkun, koordinatör yardımcısı Tubanur Sönmez, panelistlerden Doç. Dr. Emine Nur Günay ve Doç. Dr. Ahmet Faruk Aysan ile Bilinmeyen Filmler Festivali’nin koordinatör yardımcısı Murat Pay’ın katılımıyla bir panel düzenlendi.

Konferansın STF koordinatörü olan Yeryüzü Doktorları Türkiye Genel Müdürü Mustafa Tutkun, konuşmasının başında “en az gelişmişlik” kavramından, bu kategoriye giren ülkelerin ortak özelliklerinden ve konferansın geçmişinden bahsetti. STK’ların ilk defa sürece dâhil edildiklerini, Entelektüeller Forumu’nun konferans kapsamında ilk kez yer aldığını, bu forumla en az gelişmişliğin vicdanî boyutuna dikkat çekilmeye çalışıldığını ve “Küresel Vicdan Bildirgesi”yle tüm dünyaya bir mesaj verilmek istendiğini dile getirdi.

Tutkun, bu girişimin siyasî boyutuna da değindi: “2015-16 dönemi BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığını koyan Türkiye, konferansa ev sahipliği yaparak BM’de en az gelişmiş ülkelerin desteğini arkasına alabilir ki zaten bu ülkeler desteklerini ifade ettiler. Şimdiye dek hiç olmadığı kadar kapsamlı bir paket açıklayan Türkiye, ciddi projeler ve yardım planlarıyla bu ülkelerin yapısal kalkınmasına da büyük katkıda bulunabilir.”

Tutkun, konferans sonunda STF’nin hazırladığı “Sivil Toplum Deklarasyonu”nda, devletler tarafından ortaya konan “İstanbul Eylem Planı”nın ciddi bir şekilde eleştirildiğine değindi: “İstanbul Eylem Planı’nda Brüksel Eylem Planı’na kıyasla yeni bir şey ortaya konmadı; zaten Brüksel’de kabul edilen planın on yılda ancak beşte biri hayata geçirilebilmişti. Gelişmiş ülkelerin bu tavrına karşılık sivil toplum muhalif tavrını ortaya koydu.” Sivil toplumun, tepki içeren bir deklarasyon hazırlamasında yeni kalkınma paradigması dâhilinde politika yapım süreçlerine dâhil olma beklentisinin gerçekleşmemesinin de rolü olduğuna değinen Tutkun, konferansın organizasyon şekline yönelik de eleştirilerini dile getirdi: “Bu kadar büyük bir bütçeyle bu şekilde bir organizasyon düzenlemek yerine daha seçici bir yolla, konuya hâkim aktivistlerin, devlet adamlarının ve uzmanların katılımıyla daha küçük ölçekli bir organizasyon yapılması, hem daha etkin kararların alınmasında hem de kaynak israfının engellenmesinde etkili olabilirdi.” Tutkun, konferansın farklı ayaklarının birbiriyle daha entegre olmasının ve konferans sonrası takip ve denetim mekanizmasının önemine de dikkat çekti.

Mustafa Tutkun’un detaylı sunumunun ardından sözü alan STF Koordinatör Yardımcısı Tubanur Sönmez, konferansın Türkiye’deki STK’larca nasıl algılandığından ve bazı eksikliklerinden bahsetti. Sönmez’e göre, Türkiye’deki STK’lar konsepte tam olarak vâkıf değil; ayrıca aralarında alanlaşma olsa da, –ne yazık ki– derinleşme yok; oysa ortaya çıkan sonuç uzmanlaşmayı ve aktif katılımı gerektiriyor. Daha önceki konferanslarda temel eksikliğin kuruluşlar arasındaki bağlantıların sağlanamaması olduğunu söyleyen Sönmez, bu konferans sürecinde bir sivil toplum ağı oluşturulması için harekete geçildiğine, Türkiye’deki STK’ların çabalarının yabancı STK’lar için bir ümit vesilesi olduğuna değindi. Bilhassa konferans sürecinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuşmalarında “en az gelişmişlik” kavramını etkili bir biçimde sorgulayarak daha iyi bir kavramsal çerçeve oluşturulması hususundaki vurgusuyla çok olumlu tepkiler alındığını ifade ederek konuşmasını tamamladı.

Boğaziçi Üniversitesi Dış Ticaret Bölümü’nden Doç. Dr. Emine Nur Günay, katıldığı panellere ilişkin gözlemlerinden ve yaptığı iki sunumdan bahsetti. “Challenges and Opportunities for LDCs” başlıklı ilk sunumundan hareketle Günay özetle şunları söyledi: En az gelişmiş ülkelere yapılan yatırımlar ve yardımlar oldukça yetersiz; bu ülkelerin uluslararası ticaretteki paylarının %1, doğrudan yatırım alma oranlarının da %2’nin altında olması Bretton Woods sonrası dönemde yetersiz destek gördüklerini ortaya koyuyor. Bunun beraberinde getirdiği sorunların çözümü için yeni bir strateji gerekli; özellikle eğitim ve insan sermayesine yatırım elzem. Zira doğrudan yatırım, ancak insan sermayesinin yüksek olduğu ülkelerde o ülkelerin lehine sonuçlar verir.

Konferanstaki ikinci sunumunda “bilgi temelli ekonomi” kavramı üzerinde durduğunu belirten Günay’a göre, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle en az gelişmiş ülkeler arasındaki açığın normal seyirde kapanması imkânsız; bu açık, ancak bilgi temelli ekonomi vasıtasıyla, yani inovasyon ve Ar-Ge’ye dayalı ekonomiyle kapatılabilir. Bu noktada ise insan sermayesi öne çıkıyor ve en önemli rol STK’lara düşüyor. Halkla doğrudan iletişime geçilmesi ve onlara bilgi ve tecrübe aktarımı sürecinde STK’lar oldukça etkin roller oynayabilir. Günay, Sivil Toplum Forumu’na gelişmiş ülkelerden katılımın son derece az olmasını eleştirirken, en az gelişmiş ülkelerden gelen katılımcıların da somut ve tek bir çözüm reçetesi beklentisinde olduklarına, hâlbuki bunun mümkün olmadığına, her ülkenin yerel koşulları göz önüne alınarak bir çözüme ulaşılması gerektiğine dikkat çekti.

Boğaziçi Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Doç. Dr. Ahmet Faruk Aysanise “en az gelişmişlik” kategorisinin ve bu kategoriye giren ülkelerin Türkiye’de pek bilinmediğini ifade ederek konuşmasına başladı. “Türkiye’nin bir yığın sorunu varken bu ülkelere nasıl yol gösterebilir?” şeklindeki kaba değerlendirmelere cevaben, “Türkiye’nin hem geçmişte kazandığı hem de hâlen kazanmakta olduğu tecrübeler yol gösterici nitelikte ve Türkiyeli STK’lar bu alanda yoğun çaba sarf ediyorlar” dedi. Olayın akademik ve siyasî yönünün ötesinde bir de insanî yönü olduğunu ve Türkiye’nin insanî açıdan ciddi bir sorumluluk aldığını ifade etti. Gelişmiş Batı ülkelerinin bölgeye azalan ilgisine de dikkat çekti: “Bu durum, yardımların bu ülkelerdeki yolsuzlukları ve meşru olmayan rejimleri finanse ettiği görüşünden kaynaklanıyor. Yardımların piyasa sistemine bir müdahale olduğu ve yönetişim bozukluklarını kalıcı hâle getirebileceği şeklindeki algılama, bir söylem olarak da kullanılarak gelişmiş ülkelerin yardımları azaltmasına yol açabilir.” Aysan, bu ülkelerdeki sorunların çözümü için salt para yardımının pek de etkili olmadığına, sürece gelişmiş ülkelerin de dâhil edilerek yapısal iyileştirmelerin yapılması gerektiğine vurgu yaptı ve ekledi: “Yardımların STK’lar aracılığıyla yapılması daha idealdir; çünkü devlet vasıtasıyla topluma ulaşması çok daha zor oluyor ve sadece mevcut rejimlerin desteklenmesi sonucunu doğuruyor.” Aysan Türkiye ile ilgili olarak da şunları söyledi: “2000’li yıllarda bir iyileşme söz konusu olsa da Türkiye yönetişim açısından zaman zaman bazı az gelişmiş ülkelerden bile daha kötü şartlara sahip oldu. Türkiye’nin genel profili az gelişmiş ülkeler ile OECD ülkeleri arasında ortada bir seyir izlemekte. En az gelişmiş ülkelerin Türkiye’nin bu durumundan tecrübe edebilecekleri çok şey var.”

Panelin son bölümünde, konferansın bir parçası olan ve “az gelişmişlik” durumunun sanata, bilhassa sinemaya yansımalarının izlenebilmesine olanak sağlayan Bilinmeyen Filmler Festivali’nin koordinatör yardımcısı Murat Pay, en az gelişmiş ülkelerdeki sinemanın durumundan bahsetti ve tespitlerini paylaştı: “Hazırlık sürecinde sinemaları incelenen kırk sekiz ülkenin bazılarının sineması yokken, bazılarının sinemasının ise oldukça gelişmiş olduğu görüldü. Afrika sineması, Cannes Film Festivali’nde Fransız film pavyonunda yer almakta. Yönetmenlerin yoğun olarak Fransız sinemasından etkilenmesi söz konusu ve çoğunlukla Avrupa’da eğitim aldıklarından, kendi kültürüyle barışık olmakla birlikte Avrupa’nın meselelerini beyaz perdeye aktarmaktalar; dolayısıyla ortaya çıkan filmler, kendi kültürüne kendi dilinden bakamayan filmler. Filmlerin birçoğu ortak yapım, bir zamanlar sömürgesi oldukları ülkenin büyük oranda katkı sağladığı filmler; bu da bazı sorunları beraberinde getirmekte. Sömürgeci dilin hegemonyası, özgün film dili inşasını imkânsız kılmakta.” Pay, farklı coğrafyalardan filmlerin izlenmesinin özgün film dili inşası tartışmalarını gündeme getireceği, festivalin en önemli katkısının da bu olacağı vurgusuyla konuşmasını tamamladı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir