Avrupa’daki Borç Krizi ve Türk Ekonomisine Muhtemel Etkileri
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin 2011 yılındaki en önemli faaliyetlerin biri, Yunanistan’dan İtalya’ya, İspanya’dan Portekiz’e ve İrlanda’ya kadar birçok Avrupa ülkesine sirayet eden Avro Bölgesi Borç Krizi’ni ve bu krizin Türk ekonomisine muhtemel etkilerini konu alan paneldi. Oldukça yoğun bir katılımla gerçekleşen ve sonuna kadar ilgiyle takip edilen panelin başkanlığını T.C. Merkez Bankası (TCMB) Meclis Üyesi Lokman Gündüz yaptı. TCMB Başkan Yardımcısı İbrahim Turhan, Vakıfbank Baş Ekonomisti Serkan Özcan ve Koç Holding Ekonomik Araştırmalar Koordinatörü Ahmet Çimenoğlu’nun renkli sunumlarıyla hafızalarımızda yer eden panelde, Avrupa Birliği’nde yaşanan güç dengesi değişikliklerinden krizin tarihsel kökenine ve Türkiye’nin finansal ve reel sektörü üzerindeki muhtemel etkilerine kadar birçok konu tartışıldı.
Panelin ilk konuşmacısı, borç krizinin Türkiye’nin finans sektörüne etkilerini değerlendiren Serkan Özcanoldu. Özcan, genel ekonomik görünümle alakalı bilgiler vererek başladığı sunumunda, üretip satan, tasarruf eden ve böylece dış varlıkları inanılmaz derecede artan dünya (gelişmekte olan ülkeler) ile kredi sisteminin sağladığı avantajlardan faydalanarak sürekli tüketen ve bu nedenle kamu borcu dengesizliğiyle karşı karşıya kalan dünya (gelişmiş ülkeler) arasındaki “küresel dengesizliğe” dikkat çekti. Bu ortamda Türkiye’nin hem tasarrufları hem de varlıkları artırarak faiz dışı dengede çok iyi bir performans sergilediğini, 2001-2010 döneminde uygulanan sıkı ekonomi politikasının bir neticesi olarak kamu mali dengesinin korunduğunu söyledi.
Orta vadede küresel dengesizlikten kaynaklanan kırılganlıkların devam edeceğini savunan Özcan şu öngörülerde bulundu: “Önümüzdeki dönemde çok ciddi bir yavaş büyüme trendi yaşanacak. Enflasyon problemi çokça konuşulacak. Uluslararası finansal sistem daha muhafazakâr bir yapıya evirilecek. Uzun vadede siyasî dengelerin değişmesiyle sonuçlanacak radikal farklılıklar beklenebilir. Dünya ekonomisi küçüleceği için mevcut pastadaki payı artıracak –iç tüketime dayalı büyüme gibi– yöntemler üzerine yoğunlaşılacak. Gelecek dönem düzenleyici ve denetleyici kurumların öne çıkacağı sıkı mali disiplin dönemi olacak.”
Özcan, borç krizinin merkezi olan Avro Bölgesi ile ilgili de değerlendirmeler yaptı: “Avro Bölgesi çözüm getirecek kesin adımları hâlâ atamadı. Kısa vadede sürdürülemez bir mali yapıda ısrar ederek zaman kazanmaya çalışıyorlar; ama Yunanistan, İspanya ve İtalya örneklerinde bu yöntemin işe yaramadığını gördüler. Birliğin iktisadî anlamda en güçlü üyeleri arasında gösterilen Almanya’nın risk seviyesi bile bu süreçte yükselmeye başladı.”
Ardından Özcan, Türkiye’nin ekonomik gidişatıyla alakalı bilgiler verdi: “Türkiye 2023 vizyonuna uyan bir büyüme eğrisine sahip. Kriz sonrasında şartların iyileşmesini bekliyoruz. Kamu mali yapısının yanı sıra düşük hane halkı borcu ve yüksek borç ödeme kabiliyeti, Türkiye’nin öne çıkan güçlü özellikleri; ancak yüksek cari açık hâlâ büyük bir problem. Avrupa’daki kriz bir müddet daha bu seyrinde devam ederse Türkiye cari açık problemini çözecek ya da hafifletecek yapısal değişiklikler için zaman kazanabilir. Dış borç stokunda devam eden uzun vadeli yapı, kısa vadede ekonomiye esneklik kazandırıyor.”
Finansal sistemin ana oyuncusu olan bankacılık sektörünün durumunu da değerlendiren Özcan, son krizde sergilenen performansla bankaların yapısal sağlamlıklarını ispat ettiğini ve sektörün büyüme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyor. Önümüzdeki dönemde bankacılık sektöründe yaşanacak en önemli sıkıntıların, tahsili gecikmiş alacak miktarının artması, banka mevduatlarının beklenenden az büyümesi, öz kaynak kârlılığının önceki yıllara nazaran azalması olacağını öngörüyor.
Oturum başkanı Lokman Gündüz’ün “2008’de Amerika’da başlayarak küresel piyasaları etkileyen Mortgage Krizi finansal bir krizdi; dolayısıyla 2001 Krizi’nden sonra finansal sektörü denetim altında tutan Türkiye, bu krizden doğrudan etkilenmemişti. Ancak Avrupa’daki kriz reel sektörde başladığı için Türkiye’ye de reel sektör üzerinden yansıyacak.” diyerek sözü verdiği Ahmet Çimenoğlu, Avro Bölgesi Borç Krizi’nin Türk ekonomisine ve özel sektörüne ticaret ve finansman kanalından etkilerini değerlendirdi. Krizin ticarî kanaldan etkileri konusunda şunları söyledi: “Ekim ayı verilerine göre Türkiye, dış ticaretinin %44’ünü AB ülkeleriyle yapıyor; dolayısıyla AB ekonomisinde yaşanan olumsuzlukların dış ticaretimize etkileri yadsınamaz. Ancak 2009’da Avrupa ekonomisi %5 küçülürken 2012 için bu küçülmenin %1 civarında olması bekleniyor. Avrupa’daki bu nispî iyileşmeye istinaden krizin Türkiye dış ticaretine menfi etkilerinin azalacağını öngörüyoruz. Avro Bölgesi’nde kontrolsüz bir iflas durumu yaşanmadığı müddetçe Avrupa’ya ihracatımızın devam edeceğini söyleyebiliriz.”
Çimenoğlu’nun daha önemli bir boyut olan finansman kanalına ilişkin öngörüleri ise şu şekildeydi: “Finansman kanalında daha ziyade yabancı yatırımcıların yaklaşımları belirleyici oluyor. Yabancı yatırımcılar, Avrupa’daki bankaların sermaye açığı sebebiyle AB’de bilanço küçülmesi yaşanırsa, Türkiye’deki şirket ve bankaların Avrupa’dan finansman sağlamalarının zorlaşacağını ve bu nedenle büyümenin ciddi oranda azalıp bir krize yol açacağını öngörüyorlar. Ancak Türkiye’nin mevcut borcu ile borç ödeme kabiliyeti mukayese edildiğinde bu senaryonun öngörüldüğü şekilde gerçekleşmeyeceğini söyleyebiliriz. 2009-2010 döneminde ciddi bir eşik atlaması yaşandı, milli gelir yükseldi, istihdam ciddi miktarda arttı, faizler tarihin en düşük seviyesine geldi ve bu üçünün aynı dönemde yaşanmasıyla tahminlerin üstünde bir büyüme gerçekleşti. Bu sebeple bütün olumsuz beklentilere rağmen bankacılık sektöründe kredi büyümesinin görüleceğini, %4’lük bir büyüme rakamının yakalanacağını düşünüyoruz. Ancak bu süreçte AB içindeki hiçbir devletin ve bankanın kontrolsüz iflasa gitmemesi gerekir.”
Çimenoğlu küresel iktisadî durumla alakalı dikkat çekici değerlendirmelerde de bulundu: “AB’nin krizi durdurmaya muktedir ülkeleri, kendi politikalarını ve vizyonlarını diğer üye ülkelere benimsetmek için krizi bir fırsat bildiler. Merkez ülkeler, mesela Avrupa Merkez Bankası’na sınırsız miktarda İtalya, Yunanistan, İspanya bonosu alma yetkisi vererek krizi hafifletebilirler; ama yapmıyorlar. ‘Biz bunları kurtarırsak, istediğimiz reformları yapmazlar’ düşüncesindeler. Bu şekilde tehlikeli ve zor bir oyun oynuyorlar.” Çimenoğlu biri ABD, diğeri Çin kaynaklı iki önemli risk faktöründen bahsetti: “Mortgage Krizi’nin ardından görece ekonomik iyileşme gösteren ABD’de Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki görüş ayrılıklarının artmasıyla birlikte karar alma süreci kaçınılmaz olarak zayıfladı ve siyasî riskler arttı. Ekonomik kriz, ABD dâhil hemen her ülkede son derece tehlikeli bazı oluşumların, muhafazakâr, faşizan veya popülist partilerin öne çıkmasına neden oldu… Diğer risk faktörüne gelince, Çin, milli gelirinin sadece %35’ini iç tüketimden sağlıyor ki bu oran normalde ortalama %50-60 civarında seyreder. Büyük kısmı inşaat sektörüne yapılan yatırımların milli gelirin %50’sini oluşturduğu Çin’de gayrimenkul sektörü kayıt dışı bankacılık ve tefecilik kanallarıyla büyüyor. Denetimsizlikle birlikte oluşan bu balonu dikkatle izlemek gerekiyor; zira Çin patlarsa bütün dünya ekonomisinin patlaması kaçınılmaz olur.”
Son sözü alan İbrahim Turhan, “Borç Krizi: Avrupa Ekonomisinde Kırılma mı, Yapısal Dönüşüm mü?” başlıklı konuşmasında Avrupa’daki borç krizini sadece bugününü değil, tarihî temellerini de ön plana çıkararak değerlendirdi ve özetle şunları söyledi:
“Avrupa Borç Krizi aslında 1990 yılında başladı. Tıpkı Avrupa’da 1870-1915 yılları arasında yaşanan iktisadî genişleme ve küreselleşme döneminin sonunda Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve savaşın akabinde izlenen son derece katı neo-klasik politikaların dünya ekonomisini Büyük Buhran dönemine sürüklemesi ve bunun da İkinci Dünya Savaşı’yla neticelenmesi gibi, 1990’lı yıllar da neo-klasik uygulamanın akabinde yaşanan bir refah dönemiydi ve sonunda aynı şeyler tekrar etti. Zira insanoğlunun en büyük hatası olan aşırı güven duygusu bu dönemde yeniden nüksetti; kimse büyük, küresel bir krize ihtimal vermiyordu. 1999 yılında, yani başkanlık seçimlerinden bir yıl önce 15 trilyon dolarlık ekonomisiyle, bütçe fazlasıyla, %3’lük büyüme hızı, %4’lük işsizlik ve %1,3’lük enflasyon oranıyla dev bir ekonomi olan ABD’nin 10 sene içinde bugünkü noktaya gelmesi ancak ‘aşırı güven’ ile izah edilebilir. ‘Olmayan gelirin sistemik harcanması’ ABD’de yaşanan Mortgage Krizi’nin sebebi olurken, riskin yer değiştirdiğinde yok olduğunu kabul eden bankacılar bu süreci hızlandırdılar. Ve sonunda, 2001’de Türkiye’de olan, 2009’da Avrupa’da yaşandı. Borçlular bankalara olan borçlarını ödemeyince hane halkının ve sektörün oluşturduğu borç açığı bankacılık sektörü üzerinden devlet bilançolarına geçti. Bu aşamada devletlerin, mevcut durumu düzeltebilmek için ekonominin 20 trilyon dolarlık borcunu ödemeleri gerekiyor; ama Türkiye’nin 5 yıl boyunca üstü üste faiz dışı %5 fazla vererek yaptığını AB’de yapacak kimse çıkmadığı için bu kriz çözülemiyor.
Bana krizi sorduklarında ‘Bu kriz 15. yüzyılın ilk yarısında başladı’ diyorum. Zira 15. yüzyıla kadar dünyanın iktisadî merkezi Doğu Akdeniz’di. Habsburg Hanedanı’nın dâhil olduğu Yüz Yıl Savaşları neticesinde merkez, aralarında Portekiz, İspanya ve Fransa’nın olduğu Batı Akdeniz’e kaydı. 17. yüzyılda yaşanan Otuz Yıl Savaşları’yla Orta Avrupa’ya, Napolyon Savaşları’nın akabinde 19. yüzyılın başında Avrupa’dan Atlantik’e kaydı. İki dünya savaşının gerçekleştiği 20. yüzyıl, Amerika’nın doğuşuna ve Avrupa’nın batışına sahne oldu. Bütün bu savaşlardan önce ciddi ekonomik krizler yaşandı. 2000-2010 yılları arasındaki 10 yıllık dönemde Çin dünyanın ikinci en büyük ekonomisi haline gelirken, en büyük ekonomiler listesinde Brezilya, Rusya ve Hindistan gibi ülkeler yer almaya başladı. Bu kadar kısa bir sürede bu denli büyük bir iktisadî güç kayması tarihin başka hiçbir döneminde yaşanmadı. Bu da üzerinde durup düşünmemiz gereken konunun sosyopolitik yönü.”
Turhan, konuşmasında Türkiye ile ilgili önemli bir probleme de dikkat çekti: “Türkiye’nin 2002’den sonra potansiyel büyüme hızı %3-5’ten %5-7’ye çıktı ve ekonomide daha az yatırım oranıyla daha çok büyüme yaşandı. Ancak gelirlerin tüketici güvenini destekleyecek ölçüde artış göstermemesi ve tasarrufun milli gelire oranının %12’ye düşmesi, yatırımların sürdürülebilirliği açısından önemli bir problem.”