2000’lere Doğru Türkiye’nin Kültür Politikası Üzerine Bazı Düşünceler

Paylaş:

Giriş

İlginç olan şu ki yüzyılımızın ilk on yıllarında Türk siyasal hayatındaki tartışmalar, değişik değişkenler ve şartlarla gerekçelendirilmiş olsalar da yüzyılın son on yılını oluşturan günümüzdeki tartışmalarla hemen hemen aynı temalar etrafında sürüyordu. Tabii ki burada temel fark, öncekilerin imparatorluk topraklarını korumak gibi bir endişeyi taşımalarına karşın, günümüzdeki tartışmaların dışa dönük ve nisbeten nüfuzunu yaymak isteyen bir ülkenin nasıl ortaya çıkarılabileceğini temel almaları. Elbette günümüz Türkiye’sinin yaşadığı etnik huzursuzluklar karşısında oluşan tepkiler ve çözüm önerileri, ülkenin bütünlüğünün sürdürülmesi hedefini taşıyor. Ancak, bu tür görüşlerin de nihai olarak dışa dönük bir Türkiye anlayışını taşıdıklarını söyleyebiliriz. Zira tarafların öngördükleri en radikal değişiklik, ülkenin küçülerek sınırsal değişime uğraması sonucunu doğurmayan, yapısal bir değişikliği ifade eden –taraftar olmamanın ve marjinal olmasının yanı sıra, ülkemizin topyekûn yapılarının uygulamaya imkan vermediğine inandığımız– federasyon fikridir. Federasyon taraftarları da bu yapısal değişikliği bir nüfuz yayılmasının temel şartı olarak görüyorlar. Dolayısıyla son tahlilde Türkiye’nin uluslararası etkinliğini ve dışa açıklığını doğrudan etkileyecek bir değişken değildir.

Ülkemizin 2000’li yıllarına doğru kültür politikasını konu almaya girişen bir çalışmaya, genel siyasete ilişkin düşüncelerle başlamak kuşkusuz gereksiz görülebilir. Ancak, bizi bunu yapmaya yönelten saik, ülkemizdeki kültür problemlerinin, genel siyasetteki problemlerle hemen hemen aynı düzlemde oluştukları ve karşılıklı etkileşim içerisinde oldukları varsayımıdır. Ülkenin siyasal hayatının, son tahlilde toplumun bütünü içerisinde, iç ve dış etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan bir ürün olduğunu düşündüğümüzde, kültürün toplumsal yapı ve işleyiş içerisindeki önemli yeri, bu varsayımımızı gerçeğe oldukça yaklaştırmaktadır. Bu çalışma, 1950’lerde başlamış sosyal ve ekonomik tabanlı Türk toplumsal değişmesinin, 1980’lerde yaşadığımız iletişim ve dil açılımı ile vardığı yeni insan tipinin kültürel ihtiyaçlarına karşılık verebilecek bir kültür politikasının ana kaynakları ve kanallarına nisbi bir açıklık getirebilmek için bazı yorum ve eleştirilere, dolayısı ile olgunlaştırılmaya ve değiştirilmeye açık düşüncelerden müteşekkildir. Sosyolojik yaklaşım olarak yapısal ve çatışmaca fonksiyonalizmi birlikte esas almakta olan çalışma, bu haliyle bir modeli önermemekte, modele zemin olabilecek ana temaları belirlemeye çalışmaktadır.

Çalışmanın birincil uygulama alanı olarak bugünkü Türkiye belirlenmesine karşın, gelecekteki muhtemel gelişmeler düşünülerek, diğer Türk cumhuriyetleri ve İslâm Dünyası da ikincil alan olarak gözönüne alınmıştır. Bu alanlara yönelik kültür politikası, bir dış tanıtım politikası kapsamında değil, bir kültürel entegrasyon, pazar bütünleşmesi aracı olarak ele alınmıştır. Ayrıca, yoğun kitle iletişimi, mal, bilgi ve norm mübadelesi sonucu ortaya çıkan global kültür de önemle gözönünde tutulmuştur.

Çalışmada toplumsal hayatın en önemli unsuru olan fert, kimi zaman toplumsallığından soyutlanarak bağımsız bir entite olarak irdelenmiştir. Buna neden olarak şekillenme hızı oldukça artmış, günümüz tarihi karşısında bireyin yarattığı tarihe yabancılaşmasını gösterebiliriz. Gerçekten bu hızlılık içerisinde bireyin kendisine kuşaktan kuşağa aktarılmış ve kendisinin de gelecek kuşaklara devredeceği “bir öğrenilmiş ve aktarılmış değerler dizgesi, birikimi” olan kültürel değer ve ahlak ölçütlerini uygulaması, kişiliğini uyarlaması ya da yeni kültür ve ahlak kriterleri oluşturması, seçmesi olağanüstü derecede güçleşmiştir. Bu yönleri ile günümüz insanı, hayatının her anında, toplumsal etkileşiminin hemen hemen her boyutunda deprem şokunu yaşamaktadır. Ayrıca çağımız insanının muhatap olduğu bilgi ve seçenekler, algı ve karar düzeyinin hayli üzerinde oluşmaktadır. Günümüz insanı bu şok ve yetersizlik içerisinde tarih ve toplum karşısında kendinin farkına varamamakta, geleneksel, çoğu kez “mutlakçı” (absolutist) ahlak ölçülerini terkedip, tamamı ile kendini ya da birincil çevresini ön plana çıkaran “durumcu” (situasyonalist) bir ahlak geliştirmekte ve bu süreçte kendini yalnızlığın labirentinde bulmakta, mutsuzlaşmaktadır. Bu açıdan kültür planlayıcılarının çoğu zaman bu yeni birey tipini anlamayı ön plana almaları bir zorunluluk haline gelmektedir. Burada kültür planlayıcılarından kastımızın, sadece bürokratik bir yapı olmayıp, toplumun sivil kesimlerinde yer alan, hangi düzeyde olursa olsun, toplumsal sorumluluk taşıyan ve bunu etkin bir katkıya dönüştürmek isteyen birey ya da grupları da içerdiğini belirtmeliyiz.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, çalışmamız bu aşamada nihai bir metni ve modeli ifade etmemekte, yalnızca başlangıç düşüncelerini tartışmaya ve geliştirilmeye açık biçimde sunma gayretini taşımaktadır.

Yazının tamamını okumak için tıklayınız.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir