Soğuk Savaş Dönemi ve Batılı Entelektüeller
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Entelektüeller isimli toplantı dizisinin üçüncü oturumunda Doç. Dr. Ferda Keskin ile Soğuk Savaş dönemi Batı’daki akademik çalışma ve yaklaşımların, sosyal bilimlerdeki kuramsal tartışmaların entelektüellere olan yansıması konuşuldu.
Akademya ile entelektüel varoluş şartları arasında ne bir izomorfozim tesis etmek mümkün ne de karşılıklı bir tekabüliyet ilişkisi. Tam tersine olumsal, arızî ve bütünüyle tarihsel olarak koşullandırılmış iktidar ilişkileri ile yüklü bir konfigürasyon. Keskin’e göre Batı’daki zihinsel yapılanma yirminci yüzyılda önemli bir değişim geçirmiştir. Entelektüel kavramının siyasi bir içerik edinmesi on dokuzuncu yüzyılda Dreyfus Olayı ile ilgili bir vakıa olsa da bu durum çok hızlı bir şekilde üniversiteye sirayet etmiştir. Keskin, Stalinizmin yirminci yüzyılda Faşizm ve Nazizm gibi entelektüel figürü örselediğini hatta negatif anlamda derinden etkilediğini belirttikten sonra on dokuzuncu yüzyılın sonunun Batı epistemoloji tarihinde çok önemli bir tarihe tekabül ettiğini söyledi. Bu tarihlerde sosyal bilimler artık kendi ayakları üzerinde duran, kendi meşruiyet zeminini kazanmış hatta beşeri bilimlerin sentetik bir ansiklopedisi olan felsefenin yerini almaya çalışan bir alan olmuştur. Daha sonra iki dünya savaşı vuku bulmuş ve entelektüellere çok farklı açılardan tesir etmiştir.
Tabii ki bu olaylar iki dünya savaşını yirminci yüzyılın tarihinin geri kalanından ayırt etmeyi ve ikinci dünya savaşından sonra entelektüellerin dönüştüğünü açıklamada eksik kalır. Zira Batı’da sosyal bilimler pozitivizmin öncülüğünde oluşmuştur. Bu minvalde pozitivizmin entelektüel denilen figürün ortaya çıkmasında ve kendini geliştirmesinde çok önemli bir rolü vardır. Keskin, pozitivizmin entelektüelin evrimine beşeri bilimleri yöntemselleştirmek, bir program belirlemek ve bir tür epistemik harita sağlaması bakımından önemli katkılarda bulunduğunu vurguladı.
Keskin’e göre Birinci Dünya Savaşına kadar Batı’da entelektüel faaliyetin dönüşümünde radikal değişiklikler yaşansa da en önemli değişim iki dünya savaşı arasında gerçekleşmiştir. Bu, Batı tarihinde Rönesanstan sonra asla rastlanmamış bir kültür patlamasıdır. Bu patlamanın en muazzam tarafı entelektüel faaliyetlerde görülmüştür ki bu faaliyetleri şu şekilde sıralamak mümkündür: Sosyal bilimlerde vazgeçilmez bir metodolojik başvuru kaynağı olan ve Viyana çevresi üzerinden felsefe dünyasına nüfuz eden Pozitivizm; Pozitivizmin asla tahammül edemeyeceği Freud’un kurucusu olduğu psikanalizmin doğuşu; 1928 yılında Almanya’da Hegelyen ve Marksist arkaplana dayanarak sosyal bilim yapan ve Carl Grünberg önderliğinde kurulan Frankfurt Sosyal Bilimler Enstitüsünün aydınlanma ve pozitivizm eleştirisi; daha çok akademi dünyasında gelişen bu entelektüel faaliyetlerle yakından ilişkili olan Franz Kafka, Thomas Mann, Robert Musil, Hermann Broch gibi isimlerin öncülük ettiği kültürel-sanatsal faaliyetler; müzikte Arnold Schönberg, Alban Berg ve Anton Webern’in isimleri ile anılan II. Viyana Okulunun ortaya çıkması ve atonal müzik sisteminin icadı; resimde empresyonizm ve benzeri akımlar; öbür tarafta İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkan James Joyce ve Marcel Proust gibi yazarların gerçekleştirdiği derin bir yarılma. Keskin, zikrettiği entelektüel patlamalarda en temel özelliğin avangart tandanslı olduğunun altını çizdi. Keskin’e göre entelektüel figürünün bu şekilde ortaya çıkması sadece bir kültürel faaliyet değil aynı zamanda geleneksel olanı içerik ve biçim itibariyle derinden değiştirmeye de sebep olmuştur. Avrupa’daki siyasi çalkantıların hemen sonrasında nazizm ve faşizmin yükselişi, Sovyetler’de Stalin’in iktidara gelmesi, avangart tandanslı entelektüeli yalnız bırakmıştır. Bu dönemde entelektüel kendi felsefî, siyasî, sosyal bilimsel arkaplanı üzerinden ve özellikle sanatla örneklendirme türünden faaliyetler yürütmeye çalışırken iki taraftan da (Avrupa ve Sovyetler) darbe yemiştir. Bu bağlamda Lucaks’ın Avrupa gerçekçiliği üzerine yazarken sosyalist gerçekçiliği karşısına alması ya da Adorno’nun Kafka’yı, Thomas Mann’ı ve Picasso’yu kendisine örnek alması tesadüf değildir.
Keskin, özellikle Heiddegger’in nazizim ile ilişkisine ve 1933’te Aryan ırkının üstünlüğünü ifade ettiği ünlü Rektörlük konuşmasına değinerek bu dönemde entelektüelin hem akademik dünyanın içinde hem de akademik dünyanın dışında farklı birtakım iktidar ilişkileri kuran bir figür haline gelmesinden de bahsetti.
Soğuk Savaş döneminde Berlin duvarının doğusu ile batısı arasındaki entelektüel faaliyetlerde ciddi farklılıklar oluştuğuna değinen Keskin, aynı zamanda bu farkların Batı’da entelektüelin üniversite sistemi içerisinde tekrar nefes almasına yol açan 68 olaylarını ortaya çıkaran dinamizmle ilintili olduğunu da vurguladı. Keskin’e göre, bu dönemde üç tip entelektüel gelenek ortaya çıkmıştır: (a) Jakoben ve dayatmacı bir anlayışın temel kavramlarıyla düşünen parti entelektüeli. (b) Parti entelektüeli ile ilişkide olan ve Gramsci’ye göre kendi sınıfının temsilciliğini yapan organik entelektüel. (c) Foucault’nun öncülüğünü yaptığı 68 olaylarının başarısız olmasıyla birlikte incelenmeye başlanan spesifik entelektüel.
Foucault’nun analizlerini, Gramsci’nin hegemonya, madun/subaltern ve organik entelektüel kavramlarını kullanan Edward Said gibi isimlerin sundukları perspektif bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönem literatürde post’lu evrelere giden yolu çizmiştir. Özellikle post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizm gibi alanlarda hem yeni entelektüel konfigürasyonlar ortaya çıkmış hem de Batı, entelektüel konfigürasyonlarını değiştirmek zorunda kalmıştır. Böylece entelektüelin şekli değişmiş ve çok sıkıntılı süreçlerden geçen entelektüel kendisine üniversite ve medyada bir yer bulmuştur.
Akademileşmenin artmasının ve üniversitenin entelektüel alanı tekeline almasının konjonktürel olduğunu düşünen Keskin, Batı’nın şimdilerde entelektüel diye tanımlanan figürü akademinin dışında bırakmaya başladığını ifade etti. İngiltere ve Almanya’da kapatılan sosyal bilim bölümlerini düşündüğümüzde entelektüelin araştırma merkezlerine geri dönüşü sözkonusu olabilir. Keskin’e göre neoliberalizm akademi dünyasını büyük bir değişim sürecine sokmuştur ve akademi bu süreçten büyük bir yara alarak çıkacaktır. Eğer entelektüelin telif haklarıyla medyada, üniversitede ve düşünce kuruluşlarında yer alma çabası kamu ve özel sektör arasında ücretli emeğe bağımlı olmadan faaliyetleri için bir mekân arayışı ise, Keskin’in ısrarla belirttiği üzere, bir başarı şansı mevcuttur ama bu durum sorgulanması gereken bir arayıştır. Batı’da yayım yapan grupların büyük tekeller oluşturduğunu ve kendi içlerindeki hakemlik mekanizmalarının da objektif olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda üniversite ve akademisyen ilişkisinin entelektüellik kontekstinde yeniden sorunsallaştırılması gerektiğini düşünebiliriz.
Batı-dışı entelektüellerin yükselişine ve uluslararasılaşmasına olumlu bakan Keskin, Batı’nın hâlâ referans noktası olduğunu ve Batı-dışı dünyanın Batı’nın epistemolojik kabullerine yönelik meydan okumalar geliştirdiği zaman bile bunu Batı üzerinden dolayımlayarak yapmak zorunda olduğunu söyleyerek sunumunu sonlandırdı.