Yeni Anayasa Çerçevesinde Türklüğü Yeniden Düşünmek
Son zamanlarda ülke gündemini gittikçe daha fazla meşgul eden yeni anayasa, bununla beraber vatandaşlık ve kimlik tartışmalarına ilişkin Mayıs ayında başlatılan “Türkiye’nin Yeni Toplumsal Sözleşmesi ve Aktörler” başlıklı yeni toplantı dizisinin ikincisi, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Akif Okur’un katılımıyla gerçekleşti. İlk sivil anayasamızı yapmaya teşebbüs ettiğimiz bugünlerde tartışmaların düğümlendiği noktalardan biri de vatandaşlık tanımı. Bu minvalde “Türk milleti” ibaresinin anayasada yer alıp almayacağı en önemli sorulardan biri. Bu noktada tartışmanın başka bir mecraya doğru evirildiğine ve Türklükkavramı üzerinde yoğunlaşıp kısırlaştığına şahitlik ediyoruz.
Okur, bu tartışmanın “Kimlik tanımı anayasada yer alsın mı almasın mı?” boyutundan çıkıp yurt genelinde bir kimlik tartışmasına dönüştüğüne işaret ederek bunun faydaları gibi birtakım zararlarının da olacağına dikkat çekti. Anayasa tartışmalarında sık sık gündeme gelen “Türkiye vatandaşlığı” ifadesinin mevcut taleplere cevap veremeyeceğini düşünen, buna gerekçe olarak da vatandaşlığı coğrafyaya nispetle tanımladığımızda ortaya çıkabilecek sakıncaları gösteren Okur, Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı Devleti çökerken Anadolu’ya toplanan Müslüman toplumların tamamı üzerine kurulu bir çatı devlet olarak tanımlıyor ve dolayısıyla “Türkiye vatandaşlığı” tanımlamasının kozmopolit bir yapıya sahip ülkemizde kuşatıcı olamayacağı kanaatini taşıyor.
Tartışmaların odaklandığı kavramlardan bir diğeri de “Türk vatandaşlığı”. Bu kavrama getirilen eleştiriler, genellikle kapsayıcı bir ifade olmadığı gibi etnik bir ayrışmaya da sebebiyet verdiği yönünde. Okur, “Türk”ün etnik bir kavram olarak tanımlanması durumunda bunun hem coğrafyaya hem de devlet tanımına sirayet edeceğini, “Türkiye Devleti” ifadesinin “etnik Türklerin devleti” anlamına geleceğini, durumun bununla da sınırlı kalmayıp başında “Türk” ifadesi geçen (Türk Silahlı Kuvvetleri gibi) kurumların da etnik bir anlam kazanacağından elden geçirilmesi gerekeceğini söyledi.
Ortaya çıkan bu karmaşık tablonun daha iyi açıklanabilmesi için kavramların birer anahtar görevi göreceği aşikâr. Tartışmaların içeriğinin doldurulabilmesi açısından tahribata uğramış birtakım kilit kavramların sarih bir şekilde tanımlanması hayati bir önem arz ediyor. Gelinen aşamada bu kavramların en can alıcı olanı “Türk” ve/veya “Türklük” gibi görünüyor.
“Türklük” kavramı açıklığa kavuşturulmadan alınacak neticelerin birer “geçici uzlaşma” olacağını belirten Okur, bu kavramın izlediği tarihî seyri irdelemenin faydalı olacağını savunuyor. Kendisinin bu konudaki temel tezi, Cumhuriyet’e geçiş ve modernleşme hareketlerine kadar geçerliliğini korumuş olan “tarihî Türklük” algısı ve tasavvuru. Okur’un bu kavram üzerinde vardığı kanaat, bu algı ve tasavvurun bir etnik kimliği nitelemekten çok geniş bir siyasal kimliği ifade ettiği yönünde.
Konuşmasında muhtelif ırk teorilerine değindikten sonra “ırk”ın 19. yüzyıla ait bir olgu olduğunu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise bu konuda oluşan hassasiyetler ve biyoloji ve genetik gibi bilimlerdeki gelişmelerle beraber ırk tartışmasının olgusal bir temele dayanmayıp daha ziyade sosyolojik ve sübjektif yönünün ağır bastığı sonucuna varıldığını dile getirdi. Bu çerçevede insanın bir etnik aidiyet psikolojisi içerisine doğduğu, doğum dışında o ortama girmenin pek kolay olmadığı, bununla birlikte tarihin akışı içerisinde bu grup aidiyetlerinin sınırlarının genişleyip daralabildiği düşüncesinin ağırlık kazandığını belirtti.
Okur’a göre Türklük kavramı tam da bu tanımlamalar çerçevesinde bir anlama sahip. Nitekim Türklük, tarihsel süreçte öncelikle –bugünün Avrupalılığına benzer şekilde– siyasi bir kimlik olarak ortaya çıktı. Eski Türk devletlerinde Türklük siyasi aidiyete bağlı, “sonradan olunan” bir durumdu. Zamanla o kimlik içerisinde doğanların oluşturduğu bir kültürle etnik renkler taşıdı. Ancak Orta Asya’dan kitlesel göçlere ve siyasi dalgalanmalara paralel olarak Osmanlı mucizesi ile birlikte bu kimlik yeniden geniş anlamına kavuştu ve Osmanlı döneminde Türklük ikinci kez “olunan” bir kimlik haline geldi. Okur, “Tüm Avrupa dillerinde ‘Türk olmak’ diye bir ifade vardır, başka hiçbir etnisite için bu şekilde bir kullanım yoktur. Bir kimliğin etnik kimlik olup olmadığına dair temel kriterlerden biri ‘sonradan olunup olunamadığı’dır. Çünkü bir kimliğin kültürü içerisinde doğmadan olabildiğiniz bir kimlik etnik kimlik değildir” diye de ekledi.
Okur’a göre, yeni kurulan Cumhuriyet rejimi kendisini meşrulaştırmak için şöyle bir algı icat etti: “Osmanlı Türklüğün meçhul olduğu bir dünyaydı, o yüzden gerçek Türklüğü kurmak için Orta Asya’ya gidip oradan gerçek Türk’ü getireceğiz.” Bu Türklük algısı tarihin bütün katmanlarından soyutlanmış bir projeydi. Dolayısıyla muhafazakâr kesimin Türklüğü Batı icadı bir kavram olarak görmesine sebep oldu. Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin İslâm ile çatışma halinde tasarladığı bu Türklük tanımına bir tepki olarak Türk muhafazakârlar, aslında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ortaya çıkan ve seküler özellikler taşıyan Osmanlıcılık fikrini benimsediler. Okur bu iki fikre “ters imaj” adını veriyor ve her ikisine de karşı duruyor. Okur’a göre Türklük, vazgeçildiğinde beraberinde birtakım değerlerin de kaybedileceği bir kavram ve bir üst-kimlik oluşturması açısından hayati bir öneme sahip. Ancak buradaki Türklük ulus-devletin kast ettiği Türklük değil.
Okur’un ısrarla üzerinde durduğu “tarihî Türklük tezi”, her ne kadar makul ve genelgeçer unsurları içerisinde barındırsa da, kavramın günümüzde uğradığı tahribatlarla yerinde yeller esen bir hale gelmiş vaziyette. Sokaktaki insanların birçoğu bu tarihî teze atıfla konuşmuyor artık. Dolayısıyla yeni anayasa yapımında sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek ve herkesin “benim” diyebileceği bir ortak metin üzerinde uzlaşıya varabilmek için tarafların karşılıklı tavizler vermesi hayati bir önem arz edecek gibi görünüyor.