Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Müsadere Kurumu
“Klasik Dönem Osmanlı Hukukunda Müsadere Kurumu” Tez-Makale sunumlarının Kasım ayı programında ele alındı. Osmanlı tarih yazımının en tartışmalı konularından biri olan müsadereye ilişkin hukuk tarihi-fıkıh ekseninde yeterince çalışmanın bulunmaması Mahmud Esad Kalıpçı’nın İstanbul Üniversitesi’nde tamamladığı bu yüksek lisans tezini önemli bir noktaya taşıyor.
Kalıpçı, tezinde, ilkin müsadere kavramının tarihsel gelişimini; ardından müsaderenin Osmanlı hukukundaki dayanaklarını ve son olarak Osmanlı uygulamasında müsaderenin nasıl göründüğünü incelemektedir. Buna göre, kişinin malvarlığının tamamına yahut bir kısmına herhangi bir bedel ödenmeden devlet adına el konulması anlamına gelen müsaderenin hukuken bir suç nedeniyle bir şahsın veya öldükten sonra devlet görevlilerinin mal varlıklarına ya da yasak bir nesneye devlet tarafından el konulması gibi çeşitli görünüş biçimleri vardır. Tezin incelediği müsadere çeşidi ise bir suç sebebiyle bir devlet görevlisinin malına el konulması veya suç olmaksızın ölümüyle malına el konulmasıdır. Tezin seçtiği dönem ise müsaderenin yoğun olarak uygulandığı ve sona erdiği III. Selim dönemidir. Bu döneme ait temsil edici mahiyette müsadere örnekleri ve muhallefat zabıtları seçilmiştir. Geniş bir arşiv malzemesi kullanan Kalıpçı, Hatt-ı hümâyûnlar, Cevdet tasnifinde adliye, askeriye, dahiliye, zabtiye kayıtları, muhallefat defterleri, maliyeden müdevver defterler, III. Selim dönemine ait bazı kronikler, fetvâ mecmuaları ve diğer kaynaklardan yararlanmıştır.
Kalıpçı’ya göre, müsaderenin bir ceza hukuku kurumu, siyasi bir silah-hakimiyet tasarrufu, gelir sağlama aracı gibi bir çok fonksiyonu bulunmaktadır. Ceza hukuku açısından incelendiğinde İslâm ceza hukukunda tazir suçları içinde mütalaa edilmektedir. Bir kısım batılı müelliflere göre müsadere uygulamaları Abbasiler devrinde ortaya çıkmıştır. Oysa özellikle haksız kazanç sağlayanlara yönelik bir ceza olarak uygulanan müsaderenin kökeni Hz. Peygamber devrine kadar uzanır. Bu uygulamalar dört Halife ve özellikle Hz. Ömer döneminde artmış, bununla birlikte Hz. Peygamber dönemindeki hukuki meşruiyet zemininden sapılmamıştır. Emeviler dönemine gelindiğinde bu tür uygulamaların yanında, istihraç usulü ile hukuki meşruiyeti tartışmalı uygulamalar görülür. Abbasiler devrinde müsadere edilen servetlerin yönetimi için ayrı bir divan olan “Divanü’l-müsâderîn” kurulmuştur. Selçuklular da dahil olmak üzere diğer birçok Müslüman devletlerde müsadere yoğun bir biçimde uygulanmıştır.
Osmanlı’da müsaderenin meşruiyeti üzerine modern dönem müelliflerinin bürokrasideki kul statüsüne atıfta bulunması tutarlı görünmemektedir zira kapıkullarının köleleri aşan özel durumları söz konusudur, mesela miras bırakabilmektedirler. Kalıpçı’nın yazmalarda rastladığı Sunullah Efendi’ye ait fetvada açık bir biçimde müsaderenin meşruiyeti izah edilmektedir. Kayıtlara göre bu fetvanın sipahi isyanı sırasında katledilen Yahudi Kira Kadın hakkında verildiği tarihî veriler ile doğrulanmaktadır. Hz. Peygamber’in zekat âmili olarak atadığı İbn Lütbiyye’nin kendisine menfaat sağlaması üzerine bunu minberde yermesi ve Hz. Ömer’in beytülmala aktardığı gayrimeşru kazançlar müsaderenin meşruiyeti bakımından önemli atıflardır. Fetvaların nükullarında en çok isnad edilen eserler Serahsî’nin Siyer-i Kebîr’i, İmam Tarsûsî’nin Tuhfetü’t-Türk’ü, İbn Nüceym’in Bahru’r-Raik’i, Siracüddîn Ömer İbn Nüceym’in Nehrü’l-Faik’i, Haskefî’nin Dürrü’l-Muhtar’ı ve İmam Suyuti’nin Dürrü’l-Mensur’u gibi eserlerdir.
Arşiv araştırmaları sırasında Sultan III. Selim dönemine ait zengin müsadere ve muhallefat zabıtları ile karşılaşan Kalıpçı’nın ifadesiyle, III. Selim dönemi, Osmanlı tarihinde müsadere için “bir varmış bir yokmuş” denildiğinde bir dönemeç vasfını haizdir ve bu itibarla, müsaderenin hem var hem de yok olduğu döneme ışık tutmaktadır. Bu dönemde kurum ciddi biçimde tartışılmaya başlanmıştır. Nitekim, Kalıpçı arşivde bu tartışmaya kaynak teşkil edecek bir defterdâr takririne rastlamıştır. İlk kez kendi çalışmasıyla gün yüzüne çıkan bu takrir, döneme dek oluşan müsadere anlayışını gayet iyi bir biçimde yansıtmaktadır.
Bir ceza olarak müsadere aslî bir cezanın yanı sıra, görevi ihmal, görevde başarısızlık, zulüm ve taaddiyat, haksız kazanç sağlama, devlete ihanet, isyan, seferden firar, devlet görevliliğine yakışmayacak hal içinde bulunmak gibi sebeplerden kaynaklanabilmektedir. Muhallefat zabtı ise devlet görevlilerinin mirî ile olan ilişkilerinden neşet etmektedir. Bununla birlikte, zaman zaman mîrînin müzayakası ileri sürülerek mîrî ile münasebete bakılmaksızın müsadereye teşebbüs edildiği de vâkidir. Ancak, devletin yetim malının hazineye girmesinden endişe ettiği için zenginlik kaynakları ticaret ve sanat olanların, mirî ile ilgisi olmadıkça, mallarının müsadere edilmesine rıza göstermediği, belgelerden anlaşılmaktadır. Devletin mîrî konusunda keskin bir hafızası vardır. Sultan III. Selim döneminde önceki döneme atıf yapan kaide-i mîrîye, kaide-i mîrîyye-i aliyye gibi vasıflandırmalar mevcuttur. Çalışmada Germiyanzâde Hacı Ali’nin muhallefat zabtı, uygulamayı bütün detaylarıyla gösterir niteliktedir.
Kalıpçı’nın incelemesine göre müsadere sürecinde ilkin irade çıkarılır ve bir mübaşir seçilerek tayin edilir. Diğer görevliler ile birlikte mallar sorgu veya hapis usulleriyle açığa çıkarılır, tahsili mümkün alacak tahsil edilir, defter tutulur, merkeze gönderilir. Tüm bu sürece ehl-i şer‘in de etkin katılımı hukukî güvenlik bakımından önemlidir. Bu aşamada malvarlığının kaderi merkezden çıkacak iradeye bağlıdır. Eğer bu, devletin mülkiyetine intikalse zapta konu malvarlığı değerlerinin satımı (füruhtu) gündeme gelir. Mirasçılara ve alacaklılara haklarının verilmesi mümkün olduğu gibi zabta konu malvarlığının mirasçılara bir ihsan olarak terki de söz konusudur. Kimi zaman bu terk bir bedel mukabilinde yapılmıştır.
Kalıpçı, bir hukuk müessesi olan müsaderenin gerek meşruiyetine dair kayıtları gerek örnekleri ve usulleri ele alırken dönemin idari anlayışı ve telakkilerini ortaya koymaya çalışır. İncelediği III. Selim dönemi hem İmparatorluk açısından zor bir dönemi yansıtması hem de kadim uygulamaların değiştiği bir döneme rastlaması bakımından zengin uygulamanın nasıl tatbik edildiği, resmi evrakta nasıl tavsif edildiği tezin ortaya koyduğu önemli hususlardandır. Müsadere’nin klasik dönem Osmanlı hukukundaki yerini ve son dönem tatbikatını aydınlatması bakımından çalışma önemli bir boşluğu doldurmaktır.