İslam’ı Yazmak
Küresel Araştırmalar Merkezi’nin “Kitap-Makale Sunumları” konuşma serisinin Nisan Ayındaki konuğu İstanbul Şehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Mahmut Mutman’dı. Mutman, 2014 yılında Bloomsbury’den yayınlanan The Politics of Writing Islam: Voicing Difference(İslam’ı Yazmanın Politikası: Farkı Seslendirmek) isimli kitabı üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.
Sosyal bilimler alanında post-kolonyalizm literatürünün, bilhassa Amerika’da, Edward Said’in 1978 yılında yayınladığı “Oryantalizm” eseriyle şekillenmeye başladığını belirten Mutman, bu tartışmalar içerisinde “İslam” meselesinin Batı’da daha çok tartışılmaya başlandığını vurguladı. Ona göre İslamiyet 1980 sonrasında özel bir bilgi nesnesi haline gelmeye ve siyaset bilimi, felsefe, antropoloji, tarih, psikanaliz vb. sosyal bilim disiplinlerinin çalışma konusu olmaya başlamıştır. Said’in gösterdiği gibi “oryantalizm” uzun bir dönemden beri batılı bilme rejimi içinde etkili biçimde işlemektedir. Ancak klasik oryantalizm literatüründe “Doğu” kavramı çok daha geniş bir ilgi alanına işaret etmekteydi ve bu tablo içinde “İslam” özel bir bilgi nesnesi olarak görülmezdi. 1970 sonrasındaki durumda ise İslamiyet özel bir (b)ilgi nesnesi statüsüne ulaşmıştır. Batı’nın aklındaki bu dönüşümlere bir takım ekonomi-politik faktörlerin neden olduğunu ileri sürdü: Sömürgeciliğe karşı yürütülen mücadelede “İslam”ın etkisinin görülmeye başlanması, post-kolonyal dönemde ise ulusal kurtuluşçu hareketlerin yerine İslamcı hareketin geçişi. Eskiden de anti-sömürgeci ulusçuluğun öğelerinden birisi olarak İslam yine vardı ancak ulusçuluk içinde sadece “öge” olarak yer alıyordu. 60’lı ve 80’li yıllar ise İslamcılığın kitleselleşmeye başlamasına ve artarak büyümesine tanıklık ettik. Batı açısından bir diğer kırılma noktası ise 1973’teki büyük petrol krizidir. Bu olayla birlikte yeni bir İslam imajının imal edildiği bir sürece girilmiştir. Bu imajın kurulmasında ve yayılmasında medyanın asli bir rolü vardır. O dönemde bir yandan İslamcılık üzerinden İslam bir kimlik sorunu olarak kendini gösteriyor, diğer yandan ise medya üzerinden yeni bir imaj yaratılıyordu. Bu nedenle Batı’nın İslam imajının metafizik bir sabite olmadığı, bilakis tarihsel bir çerçeveye sahip olduğunu belirtti. Mutman, Said’in Covering İslamkitabında tam da “yeni İslam imajı”nı sorunsallaştırdığına dikkat çekti.
Mutman’a göre tam da bu bağlamda “İslam’ı bilmek” eğilimi güçleniyor ve bilgi nesnesi haline geliyor. Bu konuyla çerçevelenen kitap, İslamcı hareket üzerine bir tartışma olmaktan öte İslam’ı bilmenin bir eleştirisini hedefliyor. Bilgi nesnesi olmaya başlayan İslam akademisyenlerin kariyer süreçlerini dahi belirler olmuştur. Örneğin Türkiye’de liberal akademisyenler “İslamiyet çalışmakla” kariyer yapmışlardır. Mutman, Batı’da ortaya çıkan bilme arzusunun kendiliğinden işlemediğini, bunun yönetme arzusuyla yakından ilişkili olduğunu ileri sürdü. Michel Foucault’un iktidar modalitelerini tasniflerken kullandığı “hükmetmek” ile “ yönetmek” (governmentality) arasındaki farktan hareketle, idare etmek için bilmenin önemine işaret etti. Yönetmek, hükmetmekten farklı olarak biopolitik bir içerik taşır ve ötekini yok etmekten ziyade yaşatmayı ifade eder. Bu nedenle elinizdeki stereotiplere (hazır kalıplara) bağlı kalmadan konuyu sistematik biçimde çalışmak zorundasınızdır ve bu nedenle stereotiplere karşı çıkarak sorunu bilgiye aktarmak bir sorumluluktur. Buradaki sorun şudur: Batı’nın İslam algısı basitçe stereotipleştirme planında çalışmaz, aksine bilgi planında işler, dolayısıyla onu düzeltmek kolay değildir. Başka bir ifadeyle sorun basitçe kimlik sorunu değil, epistemolojik kökenleri güçlü ve sarsılması zordur. Mutman, çalışmasında bu nedenle stereotipleştirmelere değil, doğrudan bilme arzusuna odaklandığını söyledi. “Bilgi gelince stereotip gider” aydınlanmacı yaklaşımının, önce Frued’un bilginin önyargılarla, çarpıtmalarla nasıl da iç içe geçebildiğini ve sonrasında Foucault’un “bilgi ile iktidarın nasıl birlikte çalıştığını” göstermesiyle geride bırakıldığının altını çizdi. Mutman, analizini üç söylemsel formasyona odaklanarak gerçekleştiriyor: edebiyat, antropoloji ve psikanaliz ve üç söylemsel formasyonun “ötekiyle” ilişki zemininde yükseldiğini belirtiyor. Bilhassa klasik anlamıyla antropoloji “öteki toplumların bilimidir”, psikanaliz ise hastayı/ötekini dinler ve edebiyat da “başka”ya açılmakla alakalıdır.
Yazarın antropoloji alanında incelediği esasen post-modern etnografidir. James Clifford’un başını çektiği post-modern etnografi klasik antropolojiyi eleştirerek gündeme gelmiştir. Eskiden antropolog incelediği topluluğun iç mahremine nüfus edebilmek için “yerli kaynak” (native informent) bulur ve ondan duyduklarını yazıya çevirirdi. Post-modern etnografi ise basitçe sahadan alınan notların düzenlenmesi ve kavramsallaştırılmasından olmaktan çıkararak yazıyı kendi başına yerliyi, ötekiyi kuran kurgusal aktiviteye çevirdi. Bu model, yerliyi basitçe bilgi kaynağı olmaktan çıkardı ve klasik antropolojide bastırılan ötekinin sesini metnin içine sokacak şekilde çoğul bir metin yaratmaya çalıştı. Mutman, postmodern antropolojinin hümanist ve ahlakçı tutumuna eleştiriler yöneltti. Öncelikle, konvansiyonel antropolojinin “hadi bakalım, bana kültürünü anlat talebi”nden ne ölçüde farklılaştığının çok belirsiz olduğunu söyledi. Ona göre mezkur talep meşru olduğu sürece klasik yapı devam etmektedir. Jacques Derrida’nın yapısökümcülük yöntemiyle yapmaya çalıştığı gibi yapının kendisi sökülmeli, ilişkinin kendisi dönüşmeli, yerinden oynatılmalı; değersizleştirilmiş olan değer kazanmalıdır. Ancak postmodern etnografi çokkültürcü iyimserliğin ötesine geçememektedir. Mutman’a göre ise sorun kimlik tartışmalarındaki gibi farkı ortaya çıkarmak değil, içsel farkı yeniden kurgulamaktır. Mutman, kendi deneyimi üzerinden şunları aktardı: Biz konferanslarda sunum yaparken teorik eleştiri yapsak hemen bir Amerikalı “sen bana Türkiye’de ne olup olmadığını anlatsana” derdi. Bu merakın, bilme arzusunun altında şöyle bir varsayım yatıyordu: Siz ancak kendi deneyiminiz hakkında konuşabilirsiniz;sözgelimi Descartes üzerine yazamazsınız! Bu nedenle ötekinin sesini metnin içine alma çabası temel sorunu tekrar ediyor. İkinci olarak, post-modern etnografi, artık klasik antropolojinin geldiği bir eşikten sonra ortaya çıkabilmiştir. İktidarın yeni modalitesi zaten ötekini içeri alarak konuşturmayı ifade eder. Ötekini içine alma talebi, kendi konumunu yeniden üretmenin yeni tarzıdır. “Gel sen de buna katıl, sende yaz” anlayışıyla İslam’ı yazmaktan söz ediyorlar ve İslam’ı yazmanın politikası tam da budur. Bu metinler ise medya stereotiplerinin ötesine geçerek bilgiselleşiyor.
Mutman, post-modern etnografi kapsamında muhatap aldığı çalışma Mehdi Amedi ve Michael Fischer’ın Debating Islam(İslam’ı Tartışmak) kitabıdır. Yazarlar bu kitap üzerinden post-modern etnografinin diğer yöntemsel sorunlarını tartışmıştır. Metnin diyolojik olarak örgütlendiği bu modelde farklı sesler iç içe geçirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle metodolojik açıdan diyalog ve yüz yüze ilişki önem kazanıyor. Amerikan sosyal bilimlerinde (bilhassa etnometodoloji, sembolik etkileşimcilik gibi okullar sayesinde) oldukça yaygın olan bu anlayışa göre sosyal ilişkinin hakikati ancak yüzyüze ilişkide açığa çıkar. Ancak Mutman bu iddianın sığ ve yersiz olduğunu, Bourdieu’ye referansla ilişkinin öncesi ve sonrasının çok daha önemli olduğunu söyledi. Öte yandan metnin çoğulculuğunu vurgulayan yaklaşım, aslında mevcut iktidar yapılarını kapatıyor. Epistemolojik üstünlüğe sahip olan ses ile ötekinin sesi arasındaki eşitsizlik ilişkisinin ortadan kalktığı optimistçe varsayılıyor. Ahlaki kaygılarla herkesin kendi sesi olsun, bütün sesler aynı düzeyde metnin içinde var olsun yaklaşımı gerçekte eşitsizliği gizliyor. Yerlinin konuştuğu, efendinin dinlediği yapısal hiyerarşinin kendisi değişmeden kalıyor. Yerli konuşuyor, efendi dinliyor. Diyalog ve etkileşim ilişkisi içinde ekonomi-politik faktörler ise asla gözükmediğinden egemenlik örüntüleri sökülmeden kalıyor. Madunun (subaltern) kendisine “eşitiz” demek sorunu çözmez, asıl gereken üretim koşullarını değiştirmektir.
Yazar, konuşmasında edebiyat ve psikanaliz üzerinde pek duramasa da kısaca şunlara değindi: Arap Lawrence lakabıyla bilinen T. E. Lawrance’in Arabistanlı Bilgeliğin Yedi Sütunu (Seven Pillars of Wisdom) gibi İngiliz edebiyatının kanonik edebi eserlerinden ve Isabelle Eberhardt’ın metinlerinden günümüze gelen Doğu ve İslam imajından ve Assia Djebar’ın Medineden Uzaklardaçalışmasına işaret etti. Psikanaliz faslında ise Fethi Benslema’nın İslam’ınPsikanalizikitabındaki oryantalist mantığının altını çizdi. Mutman, Benslema’nın psikanaliz yaklaşımının son derece özcü olduğunu belirterek, bu anlayışın İslam’ı Babasız bir din (İslam’da Baba yoktur) olarak görüldüğünü belirtti ve İslam’ın “öksüz” bir din olmadığını, bu okumaların sorunlu olduğunu ileri sürdü. Abdelkebir Katibi’nin, klasik Fruedyen psikanalizin “İslam’da kurban yoktur” anlayışına karşı geliştirdiği argümanlarına değindi. Sonuç bölümde ise İslamiyet ile kapitalizm arasında var olduğunu ileri sürdüğü tekno-rasyonalite ilişkisine değindi. Bu ilişkinin sadece İslam için değil, bütün dinler için paradoksal bir ilişki olduğunun altını çizdi. Çünkü ona göre her din kendi mesajını iletmek için teknolojiyi kullanmalıdır. İslamcıların modernite eleştirilerinin paradoksallığına işaret ederek onların da aslında modernite olmadan yapamayacaklarını dile getirdi.