Türk Sinemasında Ahmet Uluçay Kanunları
Türkiye’de Sanatın Kurallarıprogram dizisi dördüncü buluşmasında “Türk Sinemasında Ahmet Uluçay Kanunları” başlığıyla yönetmen Murat Pay’ı ağırladı. Pay, Uluçay’ın güncesinden ve Küller ve Kemikler kitabından alıntılar ile Türkan Şoray kanunlarından Ahmet Uluçay kanunlarına, Türk sinemasında duraklar çerçevesinde bir sunum gerçekleştirdi.
Türk sinemasında kanunlardan söz edecek olsak akla ilk gelen şüphesiz Türkan Şoray kanunlarıdır. Ancak bu kanunların ne tür kanunlar olduğu hakkında, çokça bilinen bir tanesi hariç, pek de fikir sahibi olmadığımız bir gerçek. Sanatçının onayından geçme mecburiyetindeki kostümünden tutun da pazar günleri sanatçı çalışmaz ilkesine kadar kapsayan bir kurallar serisi. Kısaca, Türk sinema tarihinde üretim açısından önemli bir döneme karşılık gelen Yeşilçam yıllarındaki bir güzide sanatçının sektöre karşı kendini koruma çabası demek yanlış olmayacaktır bu kanunlar için.
Yeşilçam sineması diğer sanat dalları gibi desteklenen bir sektör değil, halk insiyatifi ve beğenisi ile şekillenen, süreç içerisinde kendi düzenini kuran, Ayşe Şasa’nın tabiriyle ‘ümmi’ bir sinema. Bu sinemanın zirveye ulaştığı 1965 yılında Sinematek’in kurulmasıyla beraber Türk sineması başka bir şeritte yol almaya başlıyor: Daha kurallı bir sinema sektörü ve aydın yönetmenler zümresi oluşuyor. 1990’lara gelindiğindeyse Türk sinemasının Avrupa sinemasına yatkın bir dil kazandığı görülüyor.
90’lı yıllarda ilk sinema tecrübeleri, peş peşe çektiği kısa filmler ve yine peş peşe gelen ödüller ile Ahmet Uluçay da sektöre müdahil oluyor. Özgün konu ve içerik itibariyle olduğu kadar film yapma şekliyle de dikkatleri üzerine topluyor, ancak hep hayalini kurduğu Bozkırda Deniz Kabuğu filmi için önünde kat edilmesi gereken uzun bir yol daha var. Her şeyden önce sinema yapmak masraflı bir iş. Bu yollar, özgün senaryoya kısıtlama getirmeyecek doğru yapımcıyı bulmaktan ve önemli festivallerde boy göstermekten geçiyor. Uluçay ise kendi hikâyesini sinemaya aktarmak sevdasıyla uzun yıllar bu çetrefilli yollarda yürüyor. Bir geçiş süreci olması babından Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini hayata geçirmeyi kabul ediyor. Bozkırda Deniz Kabuğu bir süreliğine yine rafa kalkıyor.
Küller ve Kemiklerkitabından tanıdığımız Yakup’la dertleşiyor: “Kim uyandırdı içimdeki bu sinema aşkını, neden haddimi bilemedim Yakup, benim sevgili çocuğum?”
90 sonrası Türk sinemasında sıklıkla görülmeye başlanan taşraya dönüş hikâyeleri Uluçay’ın kendi meselesini anlattığı hikâyeleriyle aynı mekânda karşılaşıyor ancak kentli sinemacının taşrası kentten taşraya kaçış şeklinde tezahür ederken Uluçay’ın taşrası çok ayrı bir yerde duruyor. Taşraya taşradan bakan bir göz onunki. Konu ve içeriğinin özgünlüğü itibariyle olduğu kadar, film yapma şekliyle de benzersiz. O dönemin ve günümüzün önemli isimlerinin filmlerine dikkatli bakıldığında Uluçay etkileri görülecektir. Uluçay’ın da günlüklerinde sık sık tekrarladığı ifadeyle “arı bal yapacağı çiçeği iyi bilir.” Pelikülle hayatı aynılaştıran bakışıdır şüphesiz çevresindeki yönetmenlerin de ondan bu denli etkilenmesine sebep olan. Ancak tüm bunlara rağmen beklediği maddi desteği göremeyen Uluçay ümitsizliğe düştüğü anlarda güncesine sığınıyor; “yıllardır hiç tren geçmeyen bir istasyonda gelmeyecek yolcuları beklemek” olarak betimliyor içerisinde bulunduğu hâli. Zaman zaman sistemin dışarı attığı hâliyle “Modern dünyaya göz yumuyorsak, teknolojiye karşı lunaparkta gezen çocukların şaşkınlığı yoksa yüzümüzde, bu bizim erdemimizdir belki.” diye teselli buluyor. Nihayetinde öyküsünü çekemeyeceği korkusuna kapıldığında da Yakup’a sığınıyor: “Çekemezsek öyle sımsıcak kalır yüreğimizde, bir sen bilirsin bir de ben.”
Murat Pay’ın sunumunda Ahmet Uluçay Kanunları şu şekliyle yer alıyor:
* Sinemayı yüreğinle yap: Azim ve kararlılık
** Kendi meseleni anlat: Samimiyet
*** Sinemayı en baştan, yeniden keşfet: Özgünlük
Türk sineması izleyicisinin geç bulup erken yitirdiği değer, sevgili düş çocuğu Ahmet Uluçay… Ruhu şad olsun.