2000’ler Türkiye’sinde Mimarlık: Problemler ve İmkânlar

Paylaş:

Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi, Ocak ayında Türkiye’de Sanatın Kuralları program dizisi kapsamında, 2000’ler Türkiye’sinde Mimarlık: Problemler ve İmkânlar başlığı ile Ahmet Yılmaz ve İbrahim Hakkı Yiğit’i konuk etti. Türkiye’de mimarlığın sınırlılıkları meselesinden yola çıkan Ahmet Yılmaz, son dönemde çokça tartışılan ufkî (yatay) şehrin yaşanabilir bir kent imkânı sunup sunmadığını irdeleyerek sözlerine başladı. Yatay şehir projesinin tek katlı müstakil evlerle bir mahalle silueti oluşturma noktasında güzel bir proje olduğunun fakat bu projenin ülkemiz şartlarında sadece kâğıt üzerinde bir plan olarak kaldığının altını çizdi. Bunun sebebinin yalnızca biçim ve mimaride aranmaması gerektiğini, ahlak ve hukuk sistemiyle alakalı yönlerinin de bulunduğunu ifade eden Yılmaz, projenin mülkiyeti paylaşma, kat mülkiyeti hukuku gibi bazı sınırlılıklarının olduğunu, bu sebeple şimdilik kendisine yer bulamadığını dile getirdi.

Türkiye’de mimarlık tartışmalarının yapı bazında ilerlediğini söyleyen Yılmaz, tartışmaların çok sathi ve yetersiz olduğunu ifade etti. 19. yüzyıl Sanayi Devrimi sonrasında Batılılaşma rüzgârına kapılan Osmanlı Devleti’nde yerli ve Türk mimarlara pek iltifat edilmemiş, daha ziyade yabancı mimar ve plancılara teveccüh gösterilmiştir. Bu durum 1850’den başlayarak Cumhuriyet tarihinde 1970’lere kadar devam etmiştir. Bu süreçte birkaç yerli mimar ve plancı ile değişimi eleştiren birkaç münevver dışında yerli isimlerden söz etmek pek mümkün değildir. 1850’den itibaren Türkiye’de büyük meydanların, yolların, kamu binalarının yapımı tamamen yabancı plancılar ve mimarlar eliyle gerçekleşmiş ve bu durum sonraki dönemlerde çeşitli sorunlara neden olmuştur. Bu yüzden günümüzde çarpık kentleşme, kentsel dönüşüm gibi meselelerin tartışılmasından, doku meselesini tartışmaya neredeyse hiç sıra gelmemiştir. Her şehrin fikirde, özde bir ama iklime, topografyaya göre farklı olan bir doku sistemi vardır. Fakat bu mesele, ideolojik, politik ve ekonomik sebeplerle göz ardı edilmektedir.

Yılmaz, Avrupa’da mimarların şehirdeki gelişmelere müdahil olduğunu, hatta 21. yüzyıl itibariyle Hollanda, İspanya ve İngiltere gibi ülkelerde, değil şehri, dünyayı planlamakla ilgili son derece ilginç çalışmalar yapıldığını vurguladı.  Ayrıca bu ülkelerde Osmanlı’nın aksine, bütüncül planlama anlayışının 1700-1800’lü yıllarda oluştuğunu ve sürece mimarların da dâhil edildiğini belirtti. Türkiye’nin sistematik ve doğru bir akışa sahip olmamasının da mimarlar açısından bir dezavantaj oluşturduğunu sözlerine ekledi.

“Dünyada şehir ve mimari alanında yeni bir şey söylenecekse bunun yeri Türkiye’dir” diyen Turgut Cansever, Batı’nın bugün yaşamaya başladığı problemleri o yıllarda tespit etmiş ve sorunlara çözüm önerileri getirmeye çalışmıştır. Mimaride fiziksel problemlerin yanı sıra sosyal problemleri de ele almanın önemine vurgu yapan Yılmaz, yatay şehirlerin imarı için yalnızca görsel değil, zihinsel olarak da yatay bir ilişki ağı kurulması gerektiğini, bunu mimarların tek başına halledemeyeceğini, toplumda böyle bir talebin oluşmasının önemli olduğunu söyledi.

İbrahim Hakkı Yiğit, Yılmaz’ın bu görüşünü destekleyerek, Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanına atıfla, halkın Fatih’teki konaklardan Harbiye’deki çok katlı apartmanlara geçiş sürecine değindi. Aynı geçişin yüz sene sonra Anadolu’da da yaşandığını, toplumun çok katlı yapı sistemini kolayca benimsediğini ve halkın talebi olmadığı için yatay şehir projesinin kağıtta kalmasının da doğal olduğunu ifade etti. Yirmi-otuz katlı apartmanlarda yaşayan insanların psikolojik travmalarının ileride sosyolojik bir vakıa olarak artacağını belirten Yiğit, 2030’a kadar gerçekleşmesi öngörülen depremin vahim sonuçları beraberinde getirebileceğini söyledi. Bu zamana kadar kentsel dönüşüme harcanan paranın aslında tüm şehirleri kurmaya yeteceği ancak bunda muvaffak olunamadığı vurgulandı. Kentsel dönüşümün maddi ayağı kadar manevi yönünün de göz ardı edilemeyeceğini ifade eden Yılmaz, yalnız büyükşehirlerin değil, 150 bin nüfuslu küçük ölçekli şehirlerin de kronik problemlerle karşı karşıya kaldığını belirtti. Toplumun geçmişte inşa ettiği bütün bakiyesinin kentsel dönüşüm adı altında kolayca süpürüldüğünü ve doku denen şeyin yerel yönetimler eliyle gitgide yok edildiğini söyledi. 

Anadolu’da plaka numarası kadar katlı apartman yarışlarının başladığını, insanların üst katlara çıktıkça kendilerini mutlu ve güvende hissettiğini, bunun eğitimle doğrudan alakalı olduğunu belirten İbrahim Hakkı Yiğit, bu meselenin ancak alttan gelen bir taleple aşılabileceğini sözlerine ekledi. Geçmişte halkın mahalle unsuruna katıldığını, yapılan binanın katına, rengine, pencere ebadına, diğer bina ile mesafesine dair söz hakkına sahip olabildiğine değinen Yiğit, günümüzde mutabakat müessesesinin işlemediğine dikkatleri çekti. Aynı durumun mimarlar cephesinde de var olduğunu, ayrışmanın olduğu yerde mutabakatın olamayacağını, yeni çözüm ve imkânlar üretilemeyip aynı minvalde dolaşılıp durulacağını vurguladı. Bir mimarın eylemlerinin ve söylemlerinin örtüşmesi gerektiğini ifade eden Yiğit, Turgut Cansever’in bu yüzden önemli bir isim olduğunu belirtti. Yiğit, bir zamanlar Pakistan’ın Lahor kentinden gelen bir heyete şehrin dokusuna sadık bir plan çizdiklerini, ancak heyetin bu planı beğenmediğini ve gökdelenler istediğini, yerel dokusundan utanan ve teknoloji transferini şeklî taklitlerle yaptığını zanneden örneklerle sık sık karşılaşıldığını anlattı.

Ahmet Yılmaz, uluslararası mimarlık yarışmalarına bakıldığında Almanya’da dik çatı kullanmanın bir ayet gibi şart olduğunu, yerelliğin ve tarihîliğin sürekli altı çizilirken, ülkemizde tarihi olmayan bir kent bulunmadığı halde bilinçsizlikten kaynaklanan eksiklerimizin olduğunu söyledi. Berlin örneğinden yola çıkarak, şehri savaş sonrası yeniden inşa ederlerken eski yolları aynen koruyarak şehrin hafızasına, dokusuna sahip çıkılmasının önemine işaret eden Yılmaz, kentsel dönüşüm adı altında şehirlerin ve toplumun hafızasının sıfırlandığını, doku tamamen kaybedildiğinde meselenin önemini anlayacağımızı ancak geç kalacağımızı belirtti. Şehirlere yapılacak müdahalenin gerçekten gerekli olup olmadığının, bir müdahalenin yapılması durumunda o şehrin neleri kaybedeceğinin tartışılmasının önemi yeniden hatırlatıldı.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir