İslam Dünyasının Geleceği
Mayıs ayında Küresel Araştırmalar Merkezi ve İHH İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi birlikte İslam Dünyasının Geleceği başlıklı bir panel organize etti. İslam dünyasının problemlerinin çeşitli yönleriyle tartışıldığı panelin oturum başkanlığını Yrd. Doç. Dr. İsmail Yaylacı yaptı. Panelin konuşmacıları Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, Prof. Dr. Berdal Aral ve Prof. Dr. Cemil Hakyemez idi.
Panelin ilk konuşmacısı Berdal Aral, İslam dünyasının sorunlarını uluslararası ilişkiler perspektifinden analiz eden bir sunum gerçekleştirdi. Sunumun merkezi motifi İslam dünyasının birliğiydi. Aral’a göre hem Türkiye’de hem Türkiye dışında İslam dünyasının sosyal, kültürel ve siyasi bir gerçeklik olarak mevcut olmadığını inat ve ısrarla ileri sürenler genelde Müslüman ülkeler arasında bütünleşme sağlanmasını istemediklerinden böyle bir pozisyon alıyorlardır. Bu itiraz sahipleri esas itibariyle iki varsayımı öne çıkarıyorlar: Birincisi, bu devirde dini esas alan bir birlikteliği savunmak anakronizmdir; hatta bu bir “gericilik” olarak bile görülebilir. İkincisi, Müslüman ülkelerin birbirinden çok farklı çıkar ve beklentileri olduğundan bunlar arasında bir bütünleşme olabileceğini düşünmek bir vehimden ibarettir. Birinci itiraza dönük olarak Aral, İslam dünyasını oluşturan insanların öncelikle ortak bir dini aidiyetleri olduğunu vurguladı. Üstelik bu dini ortaklık itikat, ibadet gibi alanların dışında hukuk sistemi ve genel olarak dış dünyaya dair bir dünya tasavvuru ve hareket tarzını içermektedir. İkinci itiraza geldiğimizde; kuşkusuz Müslüman çoğunluklu ülkelerin büyük bölümü uzun zamandır ciddi iktisadi ve siyasi sorunlarla boğuşmaktadır. Bu ülkelerin birçoğunun emperyalizmin tasallutu altında olduğu da bir gerçektir.
Küreselleşen bir dünyada İslam dünyasına mensup aktörlerin bu sürecin dışında kalma lükslerinin olmadığını vurgulamak gerekiyor. Ayrıca Müslüman ülkelerin kendi aralarında kapsamı giderek derinleşecek bir entegrasyon sürecine girmelerinin gereğine de işaret etmelidir. Bu bütünleşme stratejisinin Müslümanlara özgü bir demokrasi modelinin inşasıyla at başı gitmesi gerektiğini de bu bağlamda tartışalım. Batı demokrasisi Batı toplumlarının kendilerine özgü tecrübelerinin bir ürünüdür. Müslüman toplumların da kendi özgün tarihlerinden kaynaklanan bir kimlikleri vardır. Kuşkusuz 2010 yılı sonunda patlak veren Arap devrimleri sonrasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yer alan bazı Arap ülkelerinde bugün kısmi bir demokratikleşmenin olduğu ileri sürülebilir.
İslam topraklarına yönelik doğrudan ve/veya dolaylı emperyal müdahaleler Müslüman ülkelerin tek başlarına ya da beraberce ayağa kalkmalarını zorlaştırmaktadır. Yine Müslüman ülkelerin arasında yeterli işbirliği ve dayanışmanın olmaması, bu ülkelerin özgül ağırlıklarını azaltmaktadır. Müslüman ülkelerin iktisaden tıkanmışlıkları ise bu konudaki diğer zaaftır. Diğer yandan ise eğitim seviyesinin düşük olması ve zengin-fakir arasında gelir uçurumu Müslüman ülkelerde verimli bir ortamın oluşmasını engellemektedir.
Aral konuşmasının sonuna doğru verili durumun analizinin yanı sıra birliğin tesis edilmesi adına nelerin yapılabileceğine ilişkin önerilerini sundu. Küreselleşen dünyada mevcut uluslararası ilişkiler düzeni içinde güçlü ve etkili bir özne olarak temayüz etmenin en etkili yolu Müslüman ülkeler arasında hemen her alanı kapsayacak uluslar üstü nitelikli, giderek derinleşen bir entegrasyon sürecinin başlatılmasıdır. Bu manada bütünleşmeye dönük kurumların varlığı söz konusudur: İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), D8 (Developing 8/ Kalkınmakta Olan 8’ler)… AB türü bir bütünleşme çabasına girecek Müslüman ülkeler küresel sistemi de etkileyecektir. Bu tarz bir yapıyla birlikte Müslüman ülkeler meselelerini ulus-devletin ölçeğinin ötesine taşıyıp ümmet ölçeğinde düşünme ve çare üretme imkanına sahip olacaklardır. Ayrıca siyaset ve iktisadi alanlar dışında kültür, eğitim, strateji gibi alanlardaki beraberlik küreselleşmenin yıkıcı etkilerine karşı korunaklı bir ortam üretecektir. Üye ülkelere hem daha fazla kalkınma ve refah sunacak hem de bir blok olarak İslam dünyasının ağırlığını artıracaktır.
İkinci konuşmacı Mehmet Ali Büyükkara tekfircilik ekseninde Selefilik olgusunu tarihsel, teolojik ve politik açılardan tartıştı. Büyükkara öncelikle tekfirciliğin ne olduğunu konuştu. Buna göre tekfir söz, fiil ve inancından dolayı bir kimseyi veya topluluğu küfre nispet etmek anlamına gelen dini bir terimdir. Tekfirin Kur’an, sünnet ve icma-ı ümmetin gerektirdiği usulde, kurallarına göre ve lüzumlu hallerde yapılması gerekiyor. Gelişigüzel, görece, keyfi şekilde tatbik ediliyor ve bir silah olarak kullanılıyorsa bu çeşit itham ve iddialar “tekfircilik” olarak adlandırılmaktadır. İslam fıkhı ve düşüncesinde tekfir ciddi bir iş kabul edilmiştir. Sonuçlarının ağır olması sebebiyle İslam uleması, tekfirdeki ölçüyü bütün hatlarıyla ortaya koyan esasları tespit etmiş ve tekfircilikten Müslümanları sakındırmıştır. Müslümanlar nazarında tekfirciliğin olumsuz, problemli imajı daha çok tarihteki Haricilik tecrübesinden kaynaklanmaktadır. Hariciler birçok alimi/yöneticiyi tekfir ederek, öldürerek fitne ve anarşiye sebep olmuşlardır.
Tekfirciliğin önüne geçmek için hadis ekolünün alimleri birtakım ara kavramları kullanmak zorunda kalmışlardır. İbn Teymiyye’nin ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin eserlerinde karşımıza çıkan küçük küfür/dinden etmeyen küfür kavramları günahkar müminlerin küfre girdiklerini ama bu küfrün onları mürtet yapmadığını açıklamak için kullanılmıştır. Böyle bir kişinin “imandan çıkacağı fakat İslam’dan çıkmayacağı” şeklindeki selefi izah tarzı da gayeye matuftur. Selefi ekol bunu yaparak Haricilik ile aynı kulvara girmekten kendisini korumaya çalışmaktadır. Bu noktada belirtelim ki Selefiyye ekolünü bir bütün olarak tekfirci olmakla suçlamak haksızlık olur. Tek bir Selefilik ile değil farklı Selefiyyeler gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuza dikkat etmeliyiz.
Selefi tekfirciliğin günümüzdeki içeriğine baktığımızda bir devletin, bir ülkenin veya bir halkın topluca tekfir edilmesi işlemini sistematik olarak yapan ilk kişinin Muhammed İbn Abdulvahab olduğunu görürüz. Umumi tekfir çatışma, rekabet ve muhalefet halindeki kişi ve grupların muhataplarını zor durumda bırakmak, onları sindirmek için kullandıkları bir araç olarak işlev görmektedir. Günümüz tekfirciliğinde belirgin olan motivasyonun daha çok bu olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Bunun bir diğer yüzü olarak silsile tekfiri ise “Kim bir kâfiri tekfir etmezse yahut onun küfründen şüphe ederse o da kâfirdir” şeklindeki hüküm cümlesiyle ifade edilir. Örneğin bir rejim, devlet, kurum tekfir edildiğinde bu yapılara bağlı memurların tekfiri yahut tekfir edilen yönetime karşı ayaklanmayan sıradan halkın da tekfiridir. Ayrıca günümüz Selefiliğinin “İrca” yaftası ve ehl-i sünneti sadece kendilerine tahsis etmeleri durumu söz konusudur. İrca, İslam’ın ilk asrında Harici tekfirciliğe karşı tepki olarak ortaya atılan bir kavramdır. Bu kavramı kullanan kesimler için Mürcie (“erteleyenler”) denilmiştir. Yine Mürcie imanı üçlü tarif etmeyen, ameli imanın bir parçası görmeyen kesimlere de isim olmuştu. Bu nedenle İmam-ı Azam ile bazı hoca ve talebelerinin Mürcieden oldukları ifade edilmişti. Ancak irca kavramının zamanla istismarı söz konusu oldu. Buna karşı duran, itiraz eden alim ve Müslüman kesimleri görmezden gelerek bu istismarı kullanıp geniş Müslüman kesimlere Mürcie sıfatı vurup onları Sünniliğin dışına atarak değersizleştirmeye çalışan bir günümüz Selefiyyesi özelliği var. Yani kendileri gibi tekfir etmeyen herkes “çağdaş” Mürciedendir. Diğer yandan şaz görüşlerini icma gibi göstererek kabul ettirme ve sunma durumunun da altını çizmeliyiz. Yine belirtelim ki Selefi tekfirciliğin diğer bir açmazı tekfir konusundaki göreceliliktir. Kimlerin tekfir edileceği hususunda Selefi ulema ve gruplar arasında ciddi ihtilaflar bulunmaktadır.
Diğer taraftan Selefiyye dışındaki İslami oluşumlarda tekfircilik konusunu da göz önüne alalım. Her ne kadar genellikle Selefilikle yan yana getirilse de bu akım dışında medrese hatta tarikat gelenekçiliği içinde de benzer tekfirci eğilimlerin mevcut olduğu bilinmektedir. Söz konusu temayülün başta gelen nedeni kendi zamanlarında kendi şartlarında yazılmış eserlerin günümüzde esas kabul edilmesi, yazılış gayelerinin hiç değerlendirmeye alınmadan ve muhteva tenkidi yapılmadan tekfir hükümleri verilmesidir. İmandan çıkıp küfre girmeye sebep olan söz ve fiilerin sıralandığı elfaz-ı küfür risaleleri bu tür eserlerden en çok başvurulanlarıdır. Oysa alimlerimiz, elfaz-ı küfrün küfür ve inkar sonucunu doğurması için bazı şartların mevcudiyetini gerekli görmüşlerdir.
Doğrudan Kur’an’a başvurmak iddiasıyla sahih sünnete hiç müracaat etmeden ve Kur’an’ın nasıl anlaşıldığını bilmemizi sağlayan kadim İslami ilimler müktesabatını da devre dışı bırakarak birtakım hükümlere varılması da bahsini ettiğimiz soruna kaynaklık ediyor. Büyükkara’ya göre usul bilmeden yürütülen bu tarz yöntemler sakıncalı sonuçlara yol açıyor. Tekfirden insanları sakındırmanın düşman oyununa gelme olduğu, bunun küfür yönetimlerinin istediği bir şey olduğu şeklindeki itiraz tutarsız bir itirazdır. Yine tekfir yapılmaz, saflar ayrılmaz, doğru-yanlış ortaya çıkmaz ise devrim ve değişimin gerçekleşemeyeceği tezi batıl bir tezdir. Büyükkara konuşmasının sonunda tekfirciliğin neden olduğu tehlikeye işaret etti: Tam aksine tekfir safları bölüp parçalayarak, güçleri zayıflatarak, fitneyi azdırarak devrim ve değişime ket vurmaktadır. Bu nedenle tekfircilik İslam düşmanlarının arzu ettiği bir şeydir.
Panelin son konuşmacısı Cemil Hakyemez ise Sünni-Şii ilişkileri üzerine tarihsel ve teolojik bir analiz gerçekleştirdi. Hakyemez ehl-i sünneti tanımlayarak konuşmasına başladı. Ona göre ehl-i sünnet, Hz. Peygamber’in vefatından sonra imamet ve hilafetin ümmetin şurasıyla olduğuna inanan, Müslümanların birliğini esas alarak tüm dini konularda Hz. Peygamber, sahabe ve hulefa-i raşidine tabi olan ve bunların dışındakileri bid‘at ehli kabul eden kişilere verilen genel isimdir.
Ehl-i sünnetin bir mezhep olarak ortaya çıkması ise, başta Şia olmak üzere Haricilik, Mürcie ve Mutezile gibi fırkaların durumlarıyla bağlantılı olarak gelişen bir konudur. Özellikle Şiiliğin itikadi ve siyasi bir fırka olarak farklılaşıp sonra da bu mezhep müntesiplerinin Fatımiler ve Büveyhi Hanedanlığı isimleri altında İslam dünyasının yeni yöneticileri olmaları, Sünniliğin oluşumu açısından belirleyici olmuştur. 3/9. yüzyıla kadar sınırları belirsiz ve birbirinden farklı yapılardan oluşan Sünnilik, artık belli başlı fırkalar tarafından temsil edilen ve sınırları belirgin bir görüşler bütününün adı olmuştur. Şia veya Şiilik ise, imamet ve hilafetin Hz. Ali ve eşi Hz. Fatıma’nın soyundan gelen imamlara ait olduğuna inanan İslam fırkalarının ortak adıdır. Şia’nın bir mezhep olarak farklılaşması ve kurumsallaşmaya başlaması 3/9. yüzyılın ortalarına tekabül eder. İlkin Emevi iktidarı karşıtlığı üzerine gelişen bu hareket, Abbasiler döneminde de muhalefetin ana merkezi haline gelmiştir.
Hakyemez, ehl-i sünnet ile Şiiliğin tarihsel pratiklerinden söz ettikten sonra modern dönemdeki sürece geldi. İslamcılığın siyasal manadaki en büyük başarısı 1979 İran İslam Devrimi’dir. Bu süreçte de mezhepler arası yakınlaşma sürmüştür. Ancak İran-Irak Savaşı’nın sebep olduğu ortam, mezhepsel farklılıkları tekrar öne çıkarmıştır. Mezhepsel gerilimin temel nedenlerini bölgesel siyasal çatışmalar, İslami hareketlerin yapısı, kadim rekabetler, yanlış tarih algısı, yanlış din ve mezhep algısı başlıkları altında toplayabiliriz. İran-Irak Savaşı ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrası mezhep çatışmaları artmıştır. Beri yandan Arap-Fars kimlikleri zemininde devam eden tarihsel rekabetlerin varlığı söz konusudur. Aynı zamanda yüzyıllardır işgallerle uğraşmaktan dolayı özgün ve eğitimli bir nüfus oluşturulamamıştır. Ayrıca sorunlu geleneksel anlatıların, rivayetlerin oluşturduğu ön kabuller mezhepsel gerilimi diri tutmaktadır.
Hakyemez konuşmasını şu iddialarla tamamladı: Tüm bu saydığımız sorunun varlığına kaynaklık eden durum ve şartları değiştirerek, bu gerilimin çözümü için ne yapılabilir sorusuna cevap aramalıyız. Bu çerçevede kurucu temel ilkelere dönüş şeklinde özetleyebileceğimiz çabaları yoğunlaştırmalı, asli kaynaklardan yola çıkarak yanlışları ortadan kaldıracak çözümler üretmeliyiz. Yine çarpık kurgularla oluşturulmuş tarih yerine yeni bir tarih yazımı gerçekleştirilmelidir. Genelleyici yaklaşımlardan uzak durmak elzemdir. Ayrıca yine belirtelim ki tüm farklılıkları ortadan kaldırarak mezhepleri yakınlaştırma girişimleri gerçeklikten uzaktır. Bunun yerine asimilasyondan uzak birbirine saygılı bir anlayışı getirmeliyiz.