Türkiye’de Sanat Alanının Dönüşümü

Paylaş:

Sanat Araştırmaları Merkezi tarafından koordine edilen Türkiye’de Sanatın Kuralları program serisinin son oturumunda Türkiye’de sanat alanının genel değerlendirmesini de içeren bir panel düzenlendi. Sinema, müzik ve çağdaş sanat başlıklarına odaklanılan panelde, sanatın iktidarla ilişkisi değerlendirildi. İlk sözü alan Marmara Üniversitesi’nden Yard. Doç. Dr. Yalçın Lüleci idi. Lüleci, yüksek lisans çalışmasında din ve sinema ilişkisini incelerken Muhsin Ertuğrul filmlerinin Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki siyasi iklimle paralel bir çizgide olduğunu fark ettiğini, buradan yola çıkarak başka sanat alanlarında da benzer bir durum görülebileceği varsayımıyla doktorada iktidar-sanat ilişkisini araştırmaya karar verdiğini belirterek söze başladı. Daha sonra kitaplaştırılan doktora çalışmasında, Lüleci, Türkiye’de 1923-1950 yılları arasında yaşanan tek parti tecrübesini, ideolojik farklılıklarına rağmen  siyasal parti sistemi açısından benzerlikleri 1922-1944 yıllarının faşist İtalya’sı, 1917-1953 dönemi Sovyet Rusya’sı (SSCB) ve 1932-1944 Nazi Almanya’sı ile kıyaslamış.

Lüleci, genel anlamda, iktidarla ilişkili olmayan bir sanat ortamından bahsetmenin mümkün olmadığını ama ilişkinin niteliğinin ülkelere göre değiştiğini vurguladı. Siyasal iktidardan bahsederken, ilk akla gelen Althusserci yaklaşımı ise katı bulduğunu çünkü totaliter ve otoriter rejimlerden çok daha önce de iktidar ile sanat yakınlığından bahsedilebildiğini belirtti. Lüleci, yaptığı araştırma sonucunda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte de bu manada bir süreklilikten söz edilebileceğini söyledi. Cumhuriyet döneminde bir ivme olduğunu kabul ederek sürekliliğin altını çizdi. İncelediği dönemde Türkiye’de,  devlet kademesinde sanatın uygarlaşma aracı ve göstergesi olarak ele alındığını belirten Lüleci bunun Türkiye’nin kendine özgü koşullarıyla alakalı olduğuna değindi. Temelde baskıcı bir sanat ortamının görüldüğü, iktidara yakın olmayanların tasfiye edildiği bu ülkelerde temel tartışma hangi sanat akımının ülkece benimsenmesi gerektiği iken, Türkiye’de bu dönemde henüz böyle bir aşamaya gelinmemiş olduğunu vurguladı. Batılı anlamda sanatın uzun yıllara dayanan bir geçmişi olan bu ülkeler İtalya’da fütürizm, Almanya’da romantizm, SSCB’de gerçekçilik olmak üzere belirli akımlara odaklanırken Türkiye’de henüz sanat topluma kabullendirilmeye çalışılıyordu. Bu doğrultuda hem yurt dışından sanatçılar (mimarlar, heykeltraşlar vs.) getirtilmiş, hem yetenekli öğrenciler yurt dışına gönderilip dönünce istihdam edilmiş. Bir yandan da sanatın devletleştirilmesinin mümkün olup olmadığı tartışmaları yapılmış.

Daha sonra sözü alan Uğur Küçükkaplan Arabesk ve pop müzik hakkında çıkan iki kitabı [1]ile tanınıyor. Konuşmasında müziğin Cumhuriyet dönemindeki değişiminin Osmanlı’dan kalan izleri silmeye odaklandığını vurgulayan Küçükkaplan, Batılılaşma/Batıcılaşma sürecinin Tanzimat döneminde başladığını belirtti. Sanatın himayesinin bu dönemde ideolojik bir öncelik gözeterek yapıldığını vurgulayan Küçükkaplan’a göre, özellikle 1920’li-30’lu yıllarda yapılan çalışmalarla Klasik Türk Müziği tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Küçükkaplan, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde Ankara’nın başkent seçilmesinin rolünü de es geçmemek gerektiğini, geleneksel müziğin merkezi olan İstanbul’un geri plana itilmesinin yanı sıra, bu gelişmeyle birlikte Tanzimat’la başlayan sürecin farklı bir boyuta vardığını, eksen kaymasının yaşandığını belirtti. Artık Ankara yeni müzik için bir kaledir. Bu arada, teknolojik yenilikler sayesinde iktidarın denetimi dışında kalan bir popüler müzik kanalı da açılmıştır ki, bu gelişme 1960-70’lerde arabesk müziğin doğmasına da yol açacaktır. 1950’lerden itibaren Türkiye’de müzik üzerindeki denetim hayli azalır. Hatta Amerika ile Ankara odaklı bir etkileşim görülmektedir. Türkiye’nin NATO’ya girmesi ve Adana’da İncirlik Üssü’nün açılması nedeniyle ilk popüler müzik sanatçılarının büyük bir kısmı Ankara’dan çıkar.

Müzik üzerine yapılan bu kısa değerlendirmeden sonra sözü alan Hüseyin Etil’in konuşması 1980 sonrası Türkiye’sine odaklandı. 1960 sonrasında görülen ulus-devlet merkezli ithal-ikameci bir yapılanmanın,  1980 sonrası neoliberal bir çizgiye evrilmesinin ardından yaşanan sürecin küreselleşmeyle ilişkisine değinerek başlayan konuşmada Etil çağdaş sanat alanındaki gelişmeleri ele aldı. Bu dönemin özelliğinin yeni bir orta sınıfın ortaya çıkışı olduğunu belirten Etil, bürokrat anne-babanın şirkette çalışan çocuğunun imlediği bir değişimin bu dönemi iyi bir şekilde özetlediğini ifade etti. Bu açıdan Ankara’dan İstanbul’a doğru bir kaymadan söz edilebileceğini söyledi. Bu dönemde New York’laşma sürecine giren İstanbul’un, özellikle de Beyoğlu’nun bu değişimin merkezinde yer aldığını belirten Etil’e göre, güncel tartışmalarda ön plana çıkan Beyoğlu nostaljisi de, bu anlamda, bu dönemde ortaya çıkan Kemalist orta sınıfın iktidar mücadelesini temsil ediyor. Artık kentin dönüşümü ile sanatın değişimi aynı kaderi paylaşmaktadır: Piyasalaşma. Fuarlar, bienaller, koleksiyonerler, yeni açılan müzelerin İstanbul’da yoğunlaşması bu durumu ortaya koymaktadır. Bu konuşmanın ardından soru-cevap faslı ile devam eden panelde çağdaş sanatın isimlendirmesi sorunsalı, devlet dışında iktidar ilişkilerini belirleyen unsurların neler olduğu, 2000’lerde ne tür bir ortamdan bahsedilebileceği de tartışıldı. Böylece Türkiye’de sanat alanında yaşanan değişim üzerine panoramik bir değerlendirme yapıldı.


[1]  Arabesk-Toplumsal ve Müzikal Bir Analiz (2013) ve Türkiye’nin Pop Müziği (2016), İstanbul, Ayrıntı Yayınları. 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir