Savaşın Özelleştirilmesi
Küresel Araştırmalar Merkezi, Kitap-Makale toplantı dizisinin bu ayki konuğu Nicolai Due-Gundersen idi. Nicolai Due-Gundersen, 2016 yılında yayınlanan The Privatization of Warfare: Private Military Companies in Iraq (Savaşın Özelleştirilmesi: Irak’taki Özel Askeri Şirketler) başlıklı kitabı üzerine bir sunum gerçekleştirdi.
Irak’taki kanıtlar üzerinden örnek vererek sunumunu gerçekleştiren Due-Gundersen, Weber’den süregelen güç ve şiddet tekeline sahip klasik devlet fikrinin Özel Askeri Şirketler (ÖAŞ) ve Özel Güvenlik Şirketleri (ÖGŞ) gibi yeni fenomenler ışığında aşınmasına odaklandı. Savaşların değişerek daha ticari bir hal aldığını savunan Due-Gundersen, bu alanın regülasyonunun nasıl yapılacağının da dolayısıyla sorgulandığını, askerler yerine personelin savaşa gitme fikrinin ve savaşın bir ticarete dönmesinin rahatsız edici bir olgu olduğunu ifade etti. Due-Gundersen, kitabından ÖAŞ ve ÖGŞ’ler hakkındaki bulgu ve verileri paylaşarak ÖAŞ ve ÖGŞ’lerin çıkış noktalarını ve işleyişlerini anlattı. Abu Ghuraib skandalı ve Blackwater şirketinin gerçekleştirdiği Nisour Square Katliamı’nın devlet meşruiyetini sorgulattığını dile getiren konuşmacı uluslararası hukukun bu konudaki boşluklarını ele aldı. Amerikan şirketleri Irak’ta her ne kadar kötü ün kazandıysa da Irak ve Afganistan’daki ÖAŞ’lerin %60’ının Avrupalı olduğunu belirtilirken ÖAŞ ve ÖGŞ’lerin aslında geniş bir yelpazeyi kapsadığını vurgulayan Due-Gundersen, yakın korumaların da bu özel güvenlik kavramına dâhil edildiğini belirtti. Görevlerinin tipik olmadığını ve askeri savunmanın yanı sıra, savunma sistemlerinin bakım ve muhafazası, binaların bakımı ve güvenlik ve askeri görevlerin haricinde de angajmanlarının olduğuna değindi. Abu Ghuraib Skandalı 2003’te gerçekleşirken 2004’te medyaya sızmasına rağmen söz konusu hapishanenin kapatılması 2014’ü buldu. Bu skandaldaki suistimalden sorumlu kişilerin çoğu asker olsa da aralarında ÖAŞ personeli de vardı ve bu personelin yetkilerinin tam olarak ne olduğu halen daha netleşmiş değil. Devlet ile ÖAŞ’ler arasındaki sözleşmelerde müphem ifadelere yer veriliyordu. “Açık ve kapalı istihbarat toplama faaliyetleriyle” görevlendirilen ÖAŞ’ler bu bilgileri devlet direktifi ile “hem kamuya açık hem de gizli olarak derlemek” yetkilerine sahiplerdi. Due-Gundersen kullanılan terminolojinin özellikle muğlak olduğunu ve dolayısıyla ÖAŞ’lerin hesap vermekten çoğunlukla muaf kalabildiklerini belirtti.
ÖAŞ personelinin kıyafetlerini gösteren Due-Gundersen, formalarının askerlerden farksız, sadece bayraksız ve kimliksiz olduğunu, artık yasal olarak askerin tanımlamasının nasıl olacağının cevapsız kaldığını, yasal olarak keskin bir çizgi olmadığı için yasal kapsamda sivil olarak görülen bu ÖAŞ görevlilerin askerden farksız görevlendirilebileceklerini aktardı. Eski askerlerin de stratejik tecrübelerini para karşılığı kullanabildiği ÖAŞler’in yasal sorumluluklardan kolaylıkla sıyrıldığını belirten Due-Gundersen, Nisour Meydanında 17 sivilin silahlı saldırı ile ölümünden sorumlu olan Blackwater’ın suçlu bulunmasına rağmen resmi olarak kovuşturma olmadığını, Yüce Mahkeme’nin bunu engellediğini ekledi.
Toplum ise genel itibariyle yasal sürece tepkisiz kaldı. Blackwater’ın suçlanması 2009’da bırakıldı, davacı sanıkların hapishaneye atılmasına yol açabilecek delilleri karartmak ile itham edildi. Çok az personel sorumlu tutuldu. Irak Blackwater’ın zaten süresi geçmiş olan faaliyet iznini geri çekmekle yetindi. Harvard International Law Journal’de yazan E.L. Gaston’un önerilerini paylaşan Due-Gundersen, ÖAŞ’lerle baş edebilmenin tek yolunun uluslararası hukukta değişikliğe gitmek olduğunu belirtti. Uluslararası hukukun devletlerarası ilişkiyi düzenlerken devlet dışı siyasi aktörleri kapsam dışında bıraktığı ve devlet kadar güçlenen devlet dışı aktörlerin regülasyona tabi olmaları için yeni kanunların gerektiğini belirtti. Montreux Belgesi ÖAŞ ve ÖGŞ’lerin yasal yükümlülüklerinin belirlenmesini, devletlerin belli bir ruhsatlandırma çerçevesini yasallık için oluşturmaları gerektiğini savunuyor. Fakat Montreux özetle var olan uluslararası hukuku yeniden ifade etmektedir. Bir yeniliğin olmadığına dikkat çekerek yeni normlara ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Due-Gundersen, Amerika’nın bu konuda lider bir rol üstlenmesi gerektiğini belirtti.
Due-Gundersen son birkaç yılda Afganistan ve Irak’ta 200 milyar dolarlık ÖAŞ ve ÖGŞ sözleşmesinin bulunduğunu belirtti. Böylesi kârlı bir ticaretin regülasyondan yana olmayacağı aşikârken, Amerika’da kendi içinde birçok regülasyon olmasına rağmen ÖAŞ ihlalleri soruşturmayla sonuçlanmıyor. The Military Extraterritorial Jurisdiction Act (Askeri Sınırötesi Yarkı Yetkisi Yasası) sadece Amerikan ordusunun yurtdışındaki yasa dışı faaliyetlerini sorgulayabilir, özel askeri personel bu yasa tarafından kapsanmıyor.
Due-Gundersen’ın araştırmaları ÖAŞ’lerin siyasi müdahalede de bulunduğunu gösteriyor. Konuşmacı bu şirketlerin birçok savaş ağalarına, kabile liderine güvenliklerini sağlamak, farklı bölgelere erişim sağlamak için para ödediklerini belirtti. Irak yetkililerinin bölgedeki yabancı ÖAŞ’lerin artan nüfuzundan kaygılanmasıyla 2013 Irak Petrol Kanunu çıkarılmış ve ÖAŞ’lerin petrol bölgelerini korumalarını engellemeyi amaçlamıştır. Ancak siyasi yetersizliğinden ötürü Amerika ile Montreux Belgesi üzerinden koordinasyon sağlayamamıştır.
“Devlet meşruiyeti nasıl tanımlanıyor? Bu kavramı genişlettiğimizde bir toplum sözleşmesi olarak da bakabiliriz. Körfezdeki bir vatandaş devletin hüküm sürme hakkını güvenlik, kamu hizmetleri, eğitim ve refah gibi temel ihtiyaçları karşılığında tanıyabilir. Güvenlik bir emtia olabilir. Devlet güvenliği ve güvenliğin nasıl tanımlandığını sağlayabilir” diyerek sözlerine devam eden Due-Gundersen, kamuoyunun devlet ve vatandaş arasındaki ilişkiye bakış açısını da irdeledi. Medya retoriği, siyasi iletişim ve retorik analizden yola çıkarak, Ortadoğu ve Batı medyasındaki (Al Jazeera, CNN, BBC) söylemleri incelediğinde Nisour meydanındaki olayla ilişkili haberlerde “güvenlik şirketi” ifadesine rastladığını belirtti. ÖAŞ’ler mevzuatta özellikle “güvenlik şirketi” olarak tanımlanmaktan yana. Devletlerle olan sözleşmelerde belgelerde “güvenlik şirketi” olarak tanımlanmadıkça sözleşmeleri imzalamıyorlar. Bu durum da “Güvenlik şirketi 17 kişiyi öldürdü”, “Güvenlik şirketi suiistimal ile suçlanıyor” gibi ironik manşetler atılmasına yol açabiliyor. Bu örneğe birkaç istisna sayan Due-Gundersen, CNN’in Abu Ghuraib skandalında CACI ve Titan şirketlerine “Amerikan yükleniciler” veya “Amerikan şirketler” olarak adlandırdıklarını belirtti. Bunun devlet-şirket ilişkisini kamuoyuna göstermek açısından önemli olduğunu vurguladı.
Due-Gundersen sözlerine şu şekilde son verdi: “Bazı şirketler ise güvenlik/savunma imajından ziyade Blackwater gibi bu saldırgan imaja tutunmaya başlıyor. 2012’de kendilerini askeri şirket olarak değiştirdiler. Uzmanlar pazarın bölündüğünü söylüyor: Uluslararası hukuku müvekkilleri için ihlal edenler ve etmeyenler. İhlallerde ise imajlarını yeniden kazanılabiliyorlar. Bunun örnekleri mevcut. Kamuoyu ise savaşların dış kaynaktan temin edilmesiyle bir sorunu olmasa da devletlerin bu şirketlerin nasıl davrandığı ile ilgili sorumlu olduğunu ileri sürüyor.”