Gerçek ve Büyü Arasında Sinema
Bilim ve Sanat Vakfı Sanat Araştırmaları Merkezi Kırkambar Kitap etkinliği kapsamında Yıldız Ramazanoğlu’nu ağırladı. Ramazanoğlu 2018 yılında yayınlanan Gerçek ve Büyü Arasında Sinema isimli son kitabına değinerek sanat ve sinema hakkında konuştu.
Konuşmasına sinemanın hayatına nasıl girdiğiyle başlayan Ramazanoğlu, çocukluğundan beri ailecek gittikleri açık hava sinemalarından bahsetti. Kurgu ve gerçek arasındaki farka değinmek için yine ailecek gittikleri bir sinema akşamından örnek verdi:
20 Temmuz 1969, Ay’a ilk defa ayak basıldığı gün. Babamın elinde bir radyo. Peki biz neredeyiz? Biz o sırada sinemadayız. Elimizde gazozlarımız, beyazperdede Tugay Toksöz’le Fatma Girik’in Boş Beşik filmini izliyoruz. Çok enteresan bir filmdir. Bir aşiret reisi adam ve karısının seneler sonra çocukları oluyor. Bu çocuğu da annesi onu uyutup arkasını döndüğünde kocaman bir kartal gelip götürüyor. Ben böyle bir sahneyi izliyorum, babam da radyoyu kulağına dayamış Ay’a ayak basılmasını dinliyor. Ay’a ayak basıldığı an hakiki bir şey. Fakat biz üç kardeşiz ve o sırada hiçbirimizin umurunda değil Ay’a ayak basılması. Bizim için oradaki kurgu daha gerçek.
Hakikatle kurgu arasında kopmaz bir bağın var olduğunu belirten Ramazanoğlu, salt gerçekliğin bize az geldiğini ekledi. Var olan gerçeklik, yaşanan gerçeklik ve yaşananın içinden kendimizin seçip aldığı algılanan gerçeklik var. Gerçeği olduğu gibi ortaya koyduğumuzda buradan bir sanat çıkmaz. Gerçeğin izlerini takip ederek ona farklı bir anlam katmak gerekir. Bu da muhayyile gücüyle çıkartılabilir. Bilim muntazam işleyen bir düzenin sebep ve sonuçlarıyla ilgilenir. Dolayısıyla patolojik olanı dışarıda bırakır. Sanat dışarıda bırakılanla, görülmeyeni göstermekle, ufak ayrıntılarla ilgilenmelidir. Gerçeğe teslim olmama, gerçekle araya mesafe koyma işidir. Bu sebeple göze hitap eden sinemanın vazifesi mesaj vermekten ziyade görülmeyenin içindeki mükemmelliği, sıradanın içindeki sıra dışılığı göstermek, anlatmak ve sezdirmek olmalıdır. Sanat eserinde imge gerçekliğin önünde yer alır. Ramazanoğlu’na göre sinemanın büyüsü de buradan kaynaklanıyor.
Filmin görüntü ağırlıklı olması gerektiğini söyleyen Ramazanoğlu, her filmin bir rengi olduğunu, örneğin Krzysztof Kieślowski’nin Üç Renk: Mavi filminde seçilen oyuncunun ve rengin başarıda payı olduğunu belirtti. Film yaparken sadece diyaloglara odaklanıldığında filmin romandan bir farkı kalmıyor. Edebiyatla sinema arasında doğrusal bir ilişki yok. Bir roman senaryolaştırılabilir ama bire bir çekildiğinde ortaya çıkan romanın belgeseli olur. Ancak sinema yönetmeni esinlenme yoluyla romanı daha farklı bir boyuta taşımalı. Yani Ramazanoğlu’na göre romanları alıp daha iyi yerlere çıkarmak gerekli. Bu yapılırken roman yazarı da romanının çarpıtıldığını değil, yeni bir yaratımın ortaya konulduğunu düşünmeli. Ancak bazı kitaplarda, özellikle bilinç akışı tekniği kullanılanlarda bunu yapmak pek mümkün değil.
Ramazanoğlu “Neden bizden sağlam iş çıkmıyor?” diyerek yabancı sinemalara bakarak hayıflanmalarımızın sebebinin altyapı eksikliğinden kaynaklandığını söyledi ve Lumiere Kardeşler’in babalarının ressam oluşunu, yirmi yaşında çektiği filmle Cannes Film Festivali’nde ödül alan Samira Mahmelbaf’ın beş yaşından beri babası yönetmen Muhsin Mahmelbaf ile birlikte film setlerine gidişini örnek verdi. Sanattan uzak bir ortamda büyük yönetmen olmak zordur. Dünyada kadın sinema yönetmeninin azlığının da birden fazla sebebi olduğunu söyleyen Ramazanoğlu, Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda eserine atıfta bulunarak asgari iki bin lira gelirin, kendine ait bir odanın ve eşle, çocukla, toplumla uğraşmayı bir köşeye bırakabilmenin her kadına nasip olmadığına değindi. Günümüz Türkiye’sindeki kadın tartışmaları bir buçuk asır önceki kadınlar dünyasının tartışmalarından geride. Ancak yirmi yıl öncesinin Türkiye’sindeki kadın algısıyla günümüzdeki kadın algısı aynı değil. Ramazanoğlu sinemada kadın temsillerinin iyiye gittiğini, artık kadını müstakil bir varlık olarak göstermeye başladığımızı düşündüğünü de ekledi. Kadınlar örselendikleri alanları, kurgu dünyasının sunduğu yeni bir dünya yaratma imkânını değerlendirerek azaltabilirler. Var olanla olması gereken arasındaki çelişki insanları daha iyi bir dünya kurmaya itiyor ve sanat bu ihtiyacı karşılıyor.
Türk sinemasından beklentisinin yüksek olduğunu belirten Ramazanoğlu, iyi uzun metraj filmler beklediğini de söyledi. Karşılaşılabilecek zorluklara göğüs gererek iyi bir senaryo yazıldıktan sonra hayata geçirmek için gereken enerjinin, sanat gücünün bu topraklarda var olduğunu düşündüğünü belirtti. İyi bir film için senaryo mühim çünkü her şeyin başı hikâye. Kendi hikâyemizi yazabilmemiz gerekli. Türkiye konumu itibariyle sürekli bir angajman altında ve yaşanan tecrübe sanata malzeme doğuruyor. Ancak ülkemizdeki olayların, örneğin 15 Temmuz, sanatın konusu olamazmış gibi bir düşünce var. Maruz kaldığımız her olaya cevap niteliğinde filmler çekmekten ziyade bizim kim olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı ve düşündüğümüzü; hayata, dünyadaki olaylara nasıl baktığımızı anlatan filmler yapmamız, özgür zihinlere sahip olmamız gerekli. Artık kuşaklar hızlı değişiyor ve bundan sonra filmini yapmayan, hikâyesini yazmayan yaşadıklarını aktarmayan insanlar yok sayılacak, tarihin dışında tutulacak.
Müslüman coğrafya olarak birbirimizden bihaber oluşumuzu eleştiren Ramazanoğlu, Brüksel, New York ya da Paris’teki festivaller yerine İstanbul’da, Şam’da, Kahire’de festivaller düzenlenip buluşulmadığından şikâyet ederek, halihazırdaki festivallerin de yeterli olmadıklarını sözlerine ekledi. “Gündelik politikaların uzağında sanat adına bir araya gelmiş insan popülasyonuna ihtiyacımız var. Sanatta taraf olmaması gerekir. Herkes kendi yerinde üretsin ama ötekiler ne yapmış onu da bilsin” dedi. Filmlerdeki kurgu eksiklerini, kopuklukları, hataları bir köşeye bırakıp sadece kültürel değiş tokuş için Müslüman coğrafyanın filmlerinin izlenmesi gerektiğini söyledi.