Savaş Travmasının Psikolojik Etkileri ve Müdahale Çalışmaları
Kamplarda yapılan taramalarda, mültecilerin %80’inde travma ve %33’ünde depresyon semptomları gözlemleniyor, bu yüksek bir rakam ve sebebi sınır bölgesi olması, kişilerin çok yeni göç etmiş olmaları ve telefonlardan sürekli yeni haberlerin geliyor olmasıdır.
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği bir yuvarlak masa toplantısında “Savaş Travmasının Psikolojik Etkileri ve Müdahale Çalışmaları” başlıklı konuşması ile Zeynep Ceren Acartürk konuk oldu. Suriye krizinin patlak vermesi ile beraber 2012 yılından bu yana Suriyeli mülteciler ile yaptıkları müdahale çalışmalarını bizlerle paylaştı. Konuşmasına travma psikolojisinin teorik arka planını anlatarak başladı. Literatürde savaş, şiddet, taciz gibi insan eli ile oluşan travmalar ve deprem, sel gibi doğal afetlerin oluşturduğu travmalar ikiye ayrılıyor. Doğal afetler ile oluşan travmalarda iyileşme insan eli ile olan travmalara göre daha hızlı. Bunun sebebi mağdurun durumu anlamlandırmasının daha kolay olmasıdır. İnsan eli ile olan travmalarda özellikle tehlike kişinin yakınından ve güvenli bildiği kişiden gelmişse anlamlandırma ve iyileşme daha güçtür.
Konuşmasına travma alanının gelişim tarihine değinerek devam eden Acartürk, travmanın tarih boyunca görülmek istenmediğine değiniyor ve sebep olarak kişinin kötü şeylerin başına gelmeyeceğini düşünmesini gösteriyor. Travmanın sebebini dışarıya atmak durumla yüzleşmemizi kolaylaştırırken aynı zamanda bir başkasının acısını görmemizi de engelliyor. Psikoloji tarihinde travmayı inceleyen ilk dalga Freud’un histeri çalışmaları ile başlamıştır, ikinci dalga savaş ve sağ kalanlar üzerinden gerçekleşmiş ve üçüncü dalga cinsel istismar ve aile içi şiddet ile gelmiştir. Acartürk, dünya savaşlarından sonra travmatize olan askerlerde görülen yas tutma, öfke, uyku bozukluğu ve sürekli savaş üzerine düşünme belirtilerinden bahsediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaş sonrası nevroz olarak adlandırılan bu belirtiler, Vietnam savaşı sonrası Travma Sonrası Stressel Bozukluğu (TSSB) olarak DSM kitabında hastalık olarak yerini alıyor. Irak ve Afganistan savaşlarından dönen askerlerle yapılan çalışmalarda TSSB’nın yanında anksiyete (anxiety), depresyon ve uyku bozuklukları da gözlemleniyor. Her savaşa giden asker hasta dönmüyor ve sıcak çatışmada bulunanlar, ölü ya da yaralı görenler, rütbesi düşük olanlar, eğitim durumu düşük olanlar riskli grup olarak belirleniyor. Savaş sonrası siviller ile yapılan çalışmalar Holokost ve Bosna savaşı ile başlıyor. Bu çalışmalarda sivillerde şiddete eğilim, depresyon, anksiyete, fiziksel sağlığın bozulması gözlemleniyor. Siviller ile yapılan çalışmalarda sağ kalanın suçluluk duygusu veya hissizlik, duygusuzluk baskın olarak görülüyor, aynı durum Soma mağdurlarında da mevcut. Çocuklarla yapılan çalışmalarda ise fiziksel büyümenin durması dikkat çekiyor, sebebi aşırı stres altında vücudun büyümeye değil hayatta kalmaya odaklanması. Yine yapılan çalışmalarda travmanın genetik olarak aktarıldığı bulunuyor. Tüm bunların yanında olumlu mizaç ve güvenli ebeveyn bağlanmasına sahip olanlar strese karşı daha dayanıklı olan gruptalar. Aynı şekilde erken yaşta bağlandığı kişiyi kaybeden çocukta travma kümülatif etki uyandırıyor.
Acartürk bundan sonra konuşmasına kaçış ve göç üzerinden devam etti. İsteğe bağlı ya da istem dışı göçlere değindi ve burada istem dışı göçün riskli grup olduğunu söyledi. İstem dışı yapılan göçte sığınmacı ve mülteci statüleri arasındaki farklara değindi. Sığınmacıların hiçbir hakkı olmadığını, bir belirsizlik içerisinde yaşadıklarını belirtti. Bu sebepten ötürü mültecilerin ruh sağlığı sığınmacıların ruh sağlığına göre daha iyi durumda. Yapılan müdahale çalışmalarından bahsederken zamanı üç gruba ayırdıklarını söyledi. Bunlar göç öncesi, göç sırası ve göç sonrası. 2013 yılının başında 780 kişi ile yapılan bir taramada çocuk ölümleri, ölülerini gömememek ve işkence başlıca stres faktörleri olarak belirleniyor. Kamplarda yapılan taramalarda, mültecilerin %80’inde travma ve %33’ünde depresyon semptomları gözlemleniyor, bu yüksek bir rakam ve sebebi sınır bölgesi olması, kişilerin çok yeni göç etmiş olmaları ve telefonlardan sürekli yeni haberlerin geliyor olmasıdır. Bütün bu faktörler travmanın devam ettiğinin bir göstergesidir. Verileri tespit ettikten sonra terapi çalışmaları başlatılıyor ve ilk olarak EMDR terapi tekniği kullanılıyor. Bu terapi göz takibi ile beynin her iki lobunu da aynı anda aktive ederek korku ve kaygıyı önlemeyi hedefliyor. Kısa zamanda etkisini gösterdiği için bu teknik kullanılıyor ve dünya üzerinde kamp içerisinde yapılan ikinci terapi uygulaması oluyor. Acartürk’e göre önemli olan güvenliği ve temel ihtiyaçları karşılamak, bunlar yapılırken insan onurunu korumak öncelikli hedeflerden olmalıdır. Bir diğer müdahale çalışması ise grup terapileri yapmak ve en sonunda bireysel psikoterapi görecek kişileri belirlemek. Bütün bunları sağlamak ve kalıcı hale getirmek için ekibi ile birlikle çeşitli eğitimler alıyorlar ve bu eğitimler ile yeni kişileri çalışmaya uygun hale getiriyorlar.
Bu amaçlar kapsamında yapılan iki çalışmadan birinde Dünya Sağlık Örgütü’nün hazırladığı beş seanslık terapinin Suriye kültürüne etkili olup olmadığını ölçmek hedefleniyor. Beş haftalık eğitimler ile Suriyeliler yetkin hale getiriliyor ve kişi kendi sistemi içerisinde bir iyileşme kaynağı üretmiş oluyor. Bu sağaltım çalışmalarında problem çözme yeteneğinin geliştirilmesi ve sosyal birlikteliğin arttırılması hedefleniyor. Çeşitli ülkelerden de katılımlar mevcut. Mesela Lübnanlı meslektaşlar ergenler ile çalışırken Alman bir ekip telefon ve internet aracılığıyla bir terapi sistemi geliştiriyor. Türkiye’de yapılan eğitimlerde ise Arapça konuşan kişiler yetkin hale getirilmiş ve bu kişiler Sultanbeyliği başta olmak üzere mültecilerin yaşadığı yerlerde çalışmaya başlamış. İkinci proje ise hastalığa sahip olmayan mültecilerin risk faktörlerini azaltmayı hedefliyor. Yine beş haftalık terapi seansları ile farkındalık eğitimleri başlatılıyor. Bu çalışmanın amacı kaygıyı azaltarak kişinin bugüne odaklanmasını sağlamak oluyor. Acartürk konuşmasının sonuna gelirken eşitlik üzerinden bir ilişki kurmamız gerektiğini ve desteği verirken insan onurunu göz önünde bulundurmamız gerektiğini vurguladı.