İslamcı Medcezirler: Bir Bilanço Taslağı

Paylaş:

Geçen asrın İslami ihya ve uyanış hareketlerinde yer yer tıkanıklıklar, sendelemeler, çıkışsız yollara sapmalar görülebilse de genel itibariyle yükselen bir çizgiyle karşılaştığımızı söylemek yanlış olmaz. Peki bugün yükselişin durduğunu, hatta inişe geçtiğini iddia edebilir miyiz?

 

Çağımızın bazı düşünürleri ‘toplumsal tercüme’ becerisini içinde yaşadığımız toplumlarda var olabilmenin gerek şartlarından biri olarak işaretliyorlar. Burada tercüme, elbette bir lisandan başka bir lisana mana aktarmaktan, konuşulanı ya da yazılanı çevirmekten ibaret değildir. Toplumsal tercüme ile kastedilen, aynı toplum içinde yaşayan farklı kesimlerin, arzu ve taleplerini karşılıklı olarak aktarabilecekleri bir iletişim vasatına sahip olmalarıdır. Bu da biraz bilme işidir, biraz da üslup… Ya da biraz akıl, biraz gönül işi… 

Toplumsal tercüme becerisini bir tür ‘çok dillilik’ olarak da görebiliriz. Toplumsal çok dillilik bir kişinin ya da bir kesimin çok farklı düzeylerde, farklı toplum katmanlarıyla konuşabiliyor, muhtelif idrak biçimlerini kavrayabiliyor, çeşitli yaşam görüşlerine nüfuz edebiliyor olması demektir. Aslında sosyal acemilikten bir nebze kurtulan herkes bu tür bir beceriyi o nispette geliştirmiş demektir. Başka varoluş seçeneklerinin olabileceğini gören, ötekiyle karşılaşan her insanın şu ya da bu ölçüde üstlenmesi gereken bir tutumdur bu. Günümüz kent yaşamı, herkesi az biraz birbirine benzeten, aynı ihtiyaç ve kaygılara gark eden etkiler üretiyor olsa da insanlar ortak yaşam alanlarına farklı anlam kaynaklarıyla, çelişebilen ‘doğru hayat’ anlayışlarıyla katılmayı sürdürüyorlar.

Çok Dilli Müslümanlar Nerede?

Yakın zamanlara kadar Türkiye’de Müslümanlar ya da daha özelde İslamcılar toplumsal tercümenin en iyi örneklerini vermişlerdi. Çok dillilik Müslümanların 19. asrın ortalarından beri geliştirmeye başladıkları bir kazanım idi. Yeni hayatın norm ve pratiklerini anlamak, yerine göre onlara uyum sağlamak yerine göre karşı durmak için yoğun bir öğrenme sürecine girmişlerdi. Felsefe okudular, bilim tahsil ettiler, modern ideolojileri tanımaya çalıştılar. Bir yandan da kendi öz kaynaklarından eski yeni ilhamlar devşirmek istiyorlardı. Bir tür eleştirel intibak süreciydi bu. Yeni değerleri içselleştirmenin ölçüsü ve meşru biçimleri üzerine tartışıyorlardı. Farklı ideolojik cenahlardan gelip İslam’a bağlanan insanların içselleştir(il)me tecrübeleri de bu sürece ciddi katkılarda bulunmuştu. Milliyetçi ya da sol ideolojik çizgilerden kopup Müslümanca bir yaşamı benimseyenler boş gelmemişlerdi elbette. Onlar İslami esas ve usulleri üstlenmeye girişirlerken İslami çevreler de onların taşıdığı sezgilerle tanışıklık kuruyor, yeni ifade ve eylem tarzlarıyla bir ünsiyet geliştirmiş oluyorlardı. Bu çok taraflı öğrenme deneyimi Müslümanların toplumsal tercüme ve çok dillilik kapasitelerini geliştirmelerine yardımcı oldu.

Biraz kalın fırça darbeleriyle çizilmiş olsa da bu tabloya göre Müslümanlar yakın çağda öğrenen ve gelişen bir topluluk oldular. Geçen asrın İslami ihya ve uyanış hareketlerinde yer yer tıkanıklıklar, sendelemeler, çıkışsız yollara sapmalar görülebilse de genel itibariyle yükselen bir çizgiyle karşılaştığımızı söylemek yanlış olmaz. Peki bugün yükselişin durduğunu, hatta inişe geçtiğini iddia edebilir miyiz? Müslüman, düşünce ve tecrübe itibariyle bir kısırlaşma, bir daralma mı yaşıyor?           

Fotoğraf: Michael Burrows

Belirli bir zihniyet ya da dünya görüşünden sökün eden toplumsal hareketlere yaklaşırken tek bir çizgi üzerinde seyreden çıkış ve iniş noktaları aramak yanıltıcı olabilir. Doğrusal bir yükselme ya da tek yönlü sabit bir alçalma eğrisi var kabul ederek yapılan okumalar, karmaşık düşünsel ve toplumsal süreçleri anlamak için yeterli olmayabilir. Tarih çalışmalarında önemi daha çok anlaşılan çok-zamanlı yaklaşımın işaret ettiği katmanlı, çok-düzeyli yorumlama tarzı daha dikkatli bir değerlendirmeye imkân verebilir. Bu bir bakıma mesela Karakoç’un “yenilgi yenilgi büyüyen zafer” imgesinde bulduğumuz, paradoksları tolere edebilen bir yorumlama tarzıdır. Tersini de içeren bir yorumlama girişimi olmalıdır ama bu, yani “zafer zafer büyüyen yenilgi” ihtimalini…

Bu şekilde bakarsak, Müslümanların genişleme ve daralmayı, kazanım ve kaybı eş zamanlı olarak yaşatan bir serüven içerisinde olduklarını söylemek mümkün olabilir. Müslümanlar öğrenmeye ve tecrübe biriktirmeye devam ediyorlar. İslami çevrelerin bilgi sahasındaki eski ve yeni girişimlerini takip edenler için bunu görmek zor olmayacaktır. Çeşitli kurum ve platformlar üzerinden düşünce ve bilgi üretip yaymaya dönük çabaların İslami kesimde devam ettiğini izleyebiliyoruz. İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) araştırmacılara dönük hizmetlerini sürdürüyor, yayınlarını çeşitlendiriyor, ansiklopedicilik alanında yeni teknolojilerle zenginleştirilmiş projeler oluşturuyor. Türkiye Yazma Eserler Kurumu İslam klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasına yönelik kapsamlı çalışmaları desteklemeye devam ediyor. İslami neşriyat genel ve süreli yayınlar alanında giderek farklı ilgilere hitap eden yayıncılık örnekleri sergiliyor. İslam düşüncesi, İslam iktisadı, İslam sanatları gibi türlü alanlara odaklanan yeni teşekküllerin arttığına şahit oluyoruz. Pek çok vakıf ve dernek öğrenme ve öğretme faaliyetlerine zemin olmaya devam ediyor. Müslümanların hem eski hem yeni malzeme ile tanışıklığı, araştırma ve yöntem bilgisi artıyor. Üstelik Müslümanlar uluslararası deneyim kazanıyorlar. Yükseköğrenim ve araştırma işlerini iyi kotaran ülkelere daha çok öğrenci ve araştırmacı gidiyor, bilgi ve görgüsünü artırıyor.  Öyleyse bir inkişaf, bir genişleme yaşadığımızı söyleyebilir miyiz?

Bugün Müslümanlar çok çeşitli düzey ve alanlarda güncel araç ve malumat ile irtibat içinde olsalar da bilgi, düşünce ve zihniyet sorunlarını kapsamlı soruşturmalar içerisinde ele almaya daha az istekli görünüyorlar

Kültür Arzusu Yitiriliyor Mu?

Bilgi ve düşünce üretimini amaçlayan etkinliklerin İslami çevrelerde bir hacim genişlemesi oluşturduğu yanlış bir tespit olmaz. Bununla birlikte bilgi ve düşünceyle ilişki biçimimize daha dikkatle bakıldığında, ilerlemek yerine geriye düşen bir tutumlar manzarası ile karşılaşırız. İslami kesimin okuyan, tartışan, donanımlı bir kamu olarak arz-ı endam ettiği dönemler biraz geride kalmış gibi görünüyor. Fikirsiz kültür etkinlikleri, düşünce içermeyen akademik üretim örnekleri, eski kalıpları tekrar eden fikri çerçeveler, hatta yer yer fikir ve düşünce işlerinin tahfif edilmesi, örneklerini rahatlıkla bulabileceğimiz tutumlara dönüştüler. Daha kötüsü, odağını düşünce, fikir, ilim olarak belirlemiş vakıf ve derneklerde bile esaslı yahut büyük meselelere dair bir ilgisizliğin yerleşikleşmesidir. Bir tür akademik teknisyenlik, çıktı sayılarına odaklanan projecilik, veri ya da kaynak derlemeye hasredilmiş çalışmalar, bir entelektüel ya da düşünür profili oluşturmanın çok uzağında, kendi kendini tatmin edebilen faaliyet biçimleri olarak öne çıkıyorlar. Bunun karşı kutbunda ise yerlicilik yahut kültürel sahihlik iddialarını düşünceye gelişigüzel boca eden ve aslında içinde daha çok bir kimlik hıncı barındıran abartılı söylemler yer alıyor. İslami ilimler ve İslam düşüncesi çalışmalarının kendi klasikleriyle gözleri kamaşmış vaziyeti de bunlara eklenebilir.    

Fotoğraf: Sandy Torchon

Bu durumun bir tarafı, bilgiyle ilişki kurarken zamanın hâkim ruhunun bu kurum ve çevrelere sirayet etmesiyle ilgiliyse, bir tarafı da Müslümanların geçen asırdan beri bilgiyle yahut yeni bilgi stoklarıyla irtibat kurarken yaşadıkları kendi iç çatışmalarıyla ilgilidir. Sorunu daha somut ortaya koyabilmek için daha otuz yıl öncesine kadar İslami çevrelerde bilgi ve düşünce arayışının toparlayıcı çerçeveleri olarak tartışılan bazı önerileri hatırlamakta yarar var. Farukî’nin “bilginin İslamileştirilmesi” tezi, İcmalî entelektüeller grubunun Müslüman dünya görüşü ekseninde bilginin yeniden inşası önerisi ve Nasr’ın “kutsal bilim” anlayışı etrafında yapılan tartışmalar okuyan birkaç kuşağın yetişme sürecinde gayet öğretici, düşündürücü bir iklim oluşturmuşlardı. Bunlar bugün pek çok yönleriyle naif bulabileceğimiz, bilgiyle ilişki ve düşüncenin ihyası açısından kendileri de ciddi yetersizliklerle malul öneriler olarak görülebilirler. Yine de temel sorunlara eğilmeye yahut daha kapsamlı ve bütüncül soruşturmalara girişmeye hazır bir yaklaşımı temsil ederler. Şimdilerde o günlerin naifliğini terk etmekte haklıyız belki ama aynı günlerin tutkusunu kaybetmek ne demeye gelir muhasebe etmekte fayda var.            

Bu mesele, kökleri din ile kültür arasında 19. asırdan itibaren şekillenmeye başlayan gerilimli ilişkiye dönerek de incelenebilir. Motivasyonunu inançtan alan hareketler, toplumsal girişimlerine yön verirken, kültürel öğrenmeye dönük güçlü bir istek ve atılım sergileyebilmişlerdir. Lakin, dini geleneklerin kendine yeter olduğu düşünülen, deyim uygunsa otarşik bir yapı kabul edildiği bağlamlarda inanç, kültür talebini kısıtlayan bir etki de oluşturabilmiştir. İslami kesimin serencamında her ikisini de yer yer ve dönem dönem bulmak zor olmayacaktır. Bugün kültür talebinin görece azaldığını hissedebiliyoruz. Mesleki, iktisadi yahut kısaca hayati ve anlaşılabilir kaygılarla bu çağın işini usulünü öğrenmeye istekli olabilen Müslümanlar, bahis kültüre gelince cılız bir iştiyak ortaya koyuyorlar. Dinin hazır ve kendiliğinden kaynakları o ihtiyacı zaten tatmin ediyor, o sahayı zaten dolduruyor zannediliyor. 

Neticede, düşünce ve zihniyet bahislerinde kayıp ve kazanç hanelerine yazabileceğimiz şeyler terazinin iki ayrı kefesine rahatlıkla yerleştirip birbirleriyle tartabileceğimiz eş değerli ağırlık birimlerinden oluşmuyorlar. Ortak bir ölçüte göre kıyaslayıp denkleştirebileceğimiz eş değerli nitelikler olmuyor bunlar genellikle. Kendi içlerinde ayrı ayrı kazanımlar ya da iyileşmeler olarak görebileceğimiz parçacıl süreçler, toplamda bir hasıla oluşturmuyorlar ya da bir istikamete işaret etmiyorlarsa, umduğumuz tekamülü getirmeyen boşa yapılmış hamleler olarak kalabilirler. Parça parça ya da mevzii olarak süren kazanımların bir yekûn oluşturmayışıdır bu. Bugün Müslümanlar çok çeşitli düzey ve alanlarda güncel araç ve malumat ile irtibat içinde olsalar da bilgi, düşünce ve zihniyet sorunlarını kapsamlı soruşturmalar içerisinde ele almaya daha az istekli görünüyorlar. Bu da kendi üzerine, kendi hakkında düşünme beceri ve ilgisinin zayıfladığını hissettiriyor, bir yönsüzlük duygusu doğuruyor.

Arap Baharı’nı kerteriz alırsak bir on yıllık, İslami ihyacılığı esas alırsak belki asırlık bir çemberin kapanışa doğru ilerlediğini düşünebiliriz.         

Siyasal Bilinç Yenilenebiliyor Mu?

Benzer değerlendirmeleri siyaset alanına doğru genişletmek mümkün. Yakın çağ, her din ve dünya görüşünden insan kümeleri için olduğu kadar Müslümanlar için de uzun bir öğrenme ve intibak dönemiydi. Asırlardır hüküm sürmüş yapı ve düzenlerden yüz çevirmek elbette kolay olmayacaktı. İslam dünyasında yeni kurulan rejimlerin çoğunlukla otoriter özellikler taşımaları, seküler uluslaşma projelerini dayatan politika tercihleri ve sonrasında pek çoğunun tam bir devlet kapasitesine sahip olmaktan bile yoksun oluşları, süregelen meşruiyet sorunları doğurdu. Bütün bu yabancılaştırıcı süreçlere rağmen Müslüman topluluklar yeni siyaset kalıplarını öğrenip uygulamada gecikmediler. İlk başlarda, mesela geçen asrın başında ulema, “Mebus Kime Derler?” gibi başlıkları olan risaleler kaleme alıyordu. Müslüman ahalinin yeni siyaset usullerini tanıyıp alışması için öğretici denemelerdi bunlar. Zamanla, İslami hareketler modern demokratik siyaset pratiklerini, bugün artık “parlamenter İslamcılık” diye bir alt inceleme kategorisinin ortaya çıkmasını gerektirecek denli öğrendiler.

Bu intibak ve öğrenme denemelerinde, İslamcı düşüncenin önemli temsilcilerinin parlamenter ve cumhuriyetçi siyaset modellerini, saltanat ya da döneme göre istibdat karşısında daha doğru ve değerli seçenekler olarak görüp desteklemelerinin de etkisi büyüktü kuşkusuz. Ulema ve düşünürler yelpazesinin her örneğinde bu benimseyici tutum bulunmuyordu tabi ama yakın çağ İslam düşüncesinin etkili çizgilerinde meclis, seçim, temsil ve anayasa gibi yeni fikirler tutkuyla benimsenmişti. Kanunlaştırma çalışmalarına katkı veren, sultanın iktidarını hukuk marifetiyle sınırlayacak anayasacı hareketlere katılan müfessir ve fakihler çıkmıştı Müslümanlar arasından. Türkiye bu yönelimin en olgun bazı ürünlerini vermişti. Bugün geldiğimiz noktada bütün bu birikim ve tecrübeler silsilesinde Müslümanları geriye düşürebilecek bir sürüklenişin iyice belirginleştiğini söylersek abartmış olmayız. İslamcılık, hürriyet ve adaleti anayasa ile sınırlanmış bir siyasi güç ve seçime dayalı parlamenter meşruiyet ile sağlamayı vaat eden yeni düşünceyi benimseyerek, bunu kendi iç kaynaklarıyla da zenginleştirip çoğaltan bir akım olarak başlamıştı. Şimdilerde, handiyse saltanatçı diyebileceğimiz, toplumsal eleştiri ve siyasi muhalefet ihtiyacını sultanlı padişahlı devirlerin tutum ve anlayışlarını andıran tavırlarla göz ardı eden yaklaşımların, İslami çevrelere yer yer sinmiş kesif bir zihniyet tabakası haline geldiğini gözlemliyoruz. Bölgesel çapta da Nahda’nın siyasetten düştüğü, İhvan’ın siyasetten çekildiğini açıkladığı bir ortama tekabül ediyor bunlar. Arap Baharı’nı kerteriz alırsak bir on yıllık, İslami ihyacılığı esas alırsak belki asırlık bir çemberin kapanışa doğru ilerlediğini düşünebiliriz.         

Fotoğraf: Adi Perets

Sonuç Yerine: Medcezirler…

“Her kabaran dalga geri çekilir” diye hatırlatıyor Tunuslu siyasetçi ve düşünür Munsif Merzuki. İslami düşünce ve siyaset arayışları, önümüzdeki yıllarda belirli kazanımlar oluşturmaya devam ediyor olsa bile bir tür geri çekilme yaşayacak. Türkiye yakın gelecekte İkinci Meşrutiyet sonrasına benzer bir siyasi-fikri hareketlenmeye sahne olacak gibi görünüyor. İdeolojik tartışmanın ivme kazanacağı, eski fikriyatların yeni(lenmiş) kılıklar altında oyuna dahil olacağı bir ülke göreceğiz. Bütün ideolojik gelenekler eteklerindeki taşları ortaya dökecekler. Türkiye Cumhuriyeti ikinci yüzyılına girerken asırlık muhasebeler yapılacak. Kim ne yaptı ne yapmadı? Hangi doğrular hangi yanlışlarla çarpıştı? Neden aynı açmazları yeniden üreten bir toplum olduk? Nasıl olur da asırlık badirelerimizden kurtuluruz? Daha da saçaklanacak bu sorulara, ideolojik yelpazenin her katmanından yanıtlar beklenecek. Hepsi bir öz-değerlendirme, bir iç muhasebe zaruretiyle karşı karşıya kalacaklar. İşte bu yeni vasata İslami kesimin bir hayli hazırlıksız girme ihtimali yüksek. İktidarın, iktisadın, akademinin yahut cemaatleşmenin sağladığı konfor alanları, mukadder yüzleşmelerin önüne geçemeyecek. Umalım yaklaşan yeni süreç silkinişlere vesile olsun.    

Not: Bu yazının ilk hali Nida dergisinin 210. sayısında “Zihniyet Manzaramız: Bir Bilanço Taslağı” başlığıyla yayınlanmıştır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir