Cumhuriyet: Trajik Bir Rejim
Cumhuriyetin talepkâr ve iddialı siyasi etiği, onu zaman zaman hatta belki sıklıkla toplumu homojenleştirici, insanları tek tipleşmeye zorlayan siyasetlere sürüklemiştir. Böyle olunca da farklılıkların aynı siyasi bütünde var olabilmesi bir sorun haline gelmiştir. Bugün cumhuriyetin etrafını çetrefil bir sorunlar yumağı sarmalıyor. Cumhuriyet demokrasiyle bağdaşabilecek mi? Popülizmi soğurabilecek mi? Milliyetçilikle hesabını kapatabilecek mi? Çokkültürlü karmaşık toplumlara bir vaadi olacak mı?
Cumhuriyetçilik radikal bir fikirdir. Bunu en iyi monarşinin bir şekilde sürdüğü ülkelerde hissederiz. Geçenlerde bir sempozyumda karşılaştığım İngiliz akademisyen, kraliyetten, kraliyetin ülkeye yüklediği maliyetten şikâyet edince, “O halde cumhuriyetçisiniz” dediğimde, bana “O kadar da değil” manasında bir yanıt vermişti. Bir hanedanın ve saray hayatının hâlen var olduğu ülkelerde cumhuriyet idealinin ne kadar köktenci olduğunu daha iyi fark ederiz. Cumhuriyetçi rejimin artık kanıksanmış olduğu ortamlar böyle değildir. Ötekisini yitirdikçe rejimler teyakkuzlarını da kaybederler. Cumhuriyet, monarşinin tarihî ötekisi olarak gelişmiştir; monarşik cumhuriyet gibi eklektik oluşumlar bazı geçiş dönemlerinde karşımıza çıkabilse de…
Cumhuriyet, kral nefretiyle yahut Latinlerin deyişiyle odium regni duygusuyla kabaran bir talep olmuştur esasen. Kendini despotizmin en esaslı muhalifi olarak vazeder. Arzuladığı eşitlik, kralın ya da bir despotun huzurunda sahip olunan bağımlı eşitlik değil, hür yurttaşların birliğinde kazanılan bağımsız eşitliktir. Montesquieu’nun kıyasıyla, “cumhuriyetlerde de despotik idareler altında da insanlar eşittirler; lakin ilkinde her şey oldukları için, ikincisinde ise hiçbir şey.” Reddiyesinin hedefi ister krallık olsun ister despotizm, cumhuriyetçi tenkit aslında başkasının iradesine bağımlı olmayı mesele eder. Yurt ve yurda ait işler tüm yurttaşları alakadar eden, ortak meselelerdir; kamuya aittirler, kamunun konusudurlar. Tam da cumhuriyet kavramının kaynağı olan res publica yani “kamusal şey” kelimesinin ifade ettiği gibi… Bu itibarla, kavramın bizde cumhuriyetle yani cumhura, cumhurî olana atıfla karşılanmış olması anlamlıdır. Yurdun işleri kamusal işlerdir, cumhurun işleridir ve cumhurun iştirakini gerektirirler. Belirli kişi ya da kişilerin, bir aile ya da hanedanın, hususi bir zümre ya da grubun iradesine teslim edilemezler. Cumhuriyette vesayetin her türlüsü reddedilir. Cicero’nun buna işaret eden sözleri artık bir tarif gibi benimsenmiştir: “Cumhuriyet bir halk unsurudur; sadece alelade bir şekilde bir araya gelmiş bir insan kitlesi değil, çoğunluğun yasa birliği ve ortak yararı üzerinde anlaştığı bir topluluktur.” Res publica, res populi; yani kamunun işi halkın işidir, kamusal olan halka ait olandır ya da cumhuriyet halkındır.
Elbette hiçbir düşünce geleneği yalnızca reddiyelerine indirgenemez. Bir fikirler bütünü sadece hayır dedikleriyle anlaşılamaz. Cumhuriyetçilik de salt ötekisiyle yahut negatifiyle açıklanamaz. Öyleyse cumhuriyetçi düşüncenin evetledikleri, kabulleri yahut idealleri nelerdir?
Cumhuriyetin Değerleri
Cumhuriyetçilik erdem, erdemli insan ve erdemli yurttaş idealleri üzerine bina edilmiş zengin ve katmanlı bir siyasi düşünce geleneğidir. “Cumhuriyet fazilettir” derken kastedilen aslında budur. Cumhuriyet düzeni erdem düzenidir; erdemli kişilikler olmadan olmaz. Burada erdem siyasi bir içerik kazanmıştır. Yine Montesquieu’nun Kanunların Ruhu’nda geçen sözleriyle “bu fazilet ne ahlaki bir fazilettir ne de Hristiyan’ca [dini] bir fazilet; doğrudan doğruya siyasi bir fazilettir, cumhuriyet idaresinin işlemesini sağlayan kuvvettir bu” ve “vatan sevgisini, yani eşitlik sevgisini” kasteder. Canlı hatta ateşîn bir yurttaşlık bilinci cumhuriyetin temelidir. Esas kategori birey değil, yurttaştır; kendisini ayrıksılığıyla değil aidiyetiyle tanımlayabilen insanların düzenidir cumhuriyet. Diri ve dirençli bir kamu yaşamı, güçlü bağlılık hisleri, ortak bir kader ve serüven duygusu, yeri geldiğinde kendinden fedakârlık edebilmek, cumhuriyetçi vizyonun ayırt edici değerler kümesini oluştururlar.
Cumhuriyetçi düşünce siyasi katılımı, yurttaş katılımını, başlı başına değerli addeder. Kendinde bir değer olarak siyasi katılım, cumhuriyetçi siyasetin mesela liberalizmden ayrıldığı önemli bir yönüdür. Liberalizm için siyasete iştirak, politik tutku sahibi olmak, öyle kendi başına yüceltilecek şeylerden değildir. Hatta belki siyaset ne kadar az olursa o kadar iyi olur demeye gelir bu. Cumhuriyetçiler içinse politik katılım ve siyasi güdülerin bilenmiş olması, kişiye, kendi dar âlemini, kendi mahdut yaşamını aşıp, onu daha büyük bir bütünün parçası olmaya götüren, kişiliğini zenginleştiren, yaşam deneyimini çoğaltan, mesuliyet duygusunu pekiştiren imkânlar sunar. Ortak yaşama dair sezgi ve kavrayışı sağlam, kamusal hassasiyeti yerinde yurttaşlar ister cumhuriyet. Sükûnetten ziyade hareketi özendirir; otium’u değil negotium’u…
Cumhuriyetçi etkinliğin odağı burada bir kez daha res publica’yı, yani kamusal ortaklığı diri tutmak, ortak iyiyi, iyinin ortak olduğu bilincini korumaktır. Kamusal hayatın özel çıkarlarca parsellenmesi, ortak ya da genel yararın özel çıkarlar lehine çarpıtılması, belirli zümre ve grupların siyasi-toplumsal çarkları kendi özel menfaatleri uyarınca işletmesine karşı keskin bir duyarlılık oluşturmak ister. Mesela daha liberal bir yaklaşımla benimsenebilecek çıkar gruplarına dayalı bir çoğulculuk cumhuriyette makbul sayılmaz. Bu tür herhangi bir ayrışmayı kabullenmek ve Rousseau’nun deyişiyle genel toplum içerisinde bir bakıma “kısmi toplumlar” oluşturmak, ortak kader bilincinin çözülmesine, kamusal yaşamın orasından burasından yıpratılmasına götürür. Bütün toplum yerine parça toplumların çıkarlarını kümeleyip dengeleyen bir düzende cumhuriyetçi idealin gerisine düşülmüş demektir. Bu nedenle, cumhuriyetçi düşünce geleneği zengin bir yozlaşma literatürü, siyasi-toplumsal yozlaşmayı mesele eden zengin bir edebiyat oluşturmuştur. Cumhuriyetçi sezgilerin yoğun biçimde dile geldiği bir Shakespeare oyunu olan Titus Andronicus’ta, kadın karakterlerden Lavinia’nın önce ırzına geçilir, ardından başına geleni anlatamasın diye dili ve hatta elleri kesilerek ortada bırakılır. Daha önceki Roma cumhuriyet efsanelerinden izler de taşıyan bu anlatıda, iğfal edilmiş kadın bedeni üzerinden, aslında siyasi bedenin uğradığı tecavüzler ve bunları tartışamayacak, ifade edemeyecek ölçüde bütünlüğünün bozulmuş, parçalanmış olması tasvir edilir. Bozulmuş bir cumhuriyet, iş görecek ellerini, olan biteni ifade edecek dilini kaybetmiştir. Yurttaşlık etiğinin zedelendiği, yurttaş etkinliğinin köreldiği ölçüde toplumda yozlaşma umursanmaz hale gelir, konu edilmekten çıkar; müşterek hayat dilsizliğe batmıştır.
Bütün bu dikkatler cumhuriyetçi düşünceye has bir hürriyet fikrinin belirginleşmesini de sağlamıştır. Cumhuriyetçi siyaset anlayışında ahlak ve siyasetin kadim ve en çetin bahislerinden birini oluşturan özgürlük üzerine farklı bir yaklaşımı ayırt etmek mümkündür. Buna göre özgürlük, ne sadece kendimizi başkalarının tasarruf ve müdahalesinden sakınabildiğimiz bir özel alana sahip olmak (negatif özgürlük) ne de sadece insani güçlerimizi gerçekleştirip akli doğamızı olabildiğince işleyerek yükseldiğimiz bir yetkinlik düzeyi (pozitif özgürlük) olarak anlaşılabilir. Bunların ikisi de hürriyetin mesela bir istibdat altında bile düşünebileceğimiz biçimleridir. Bireyin sıradan özel hayatına müdahale etmeyen bir tiranlık, kişinin ahlaki yetkinleşme ülküsüne karışmayan bir otokrasi mümkündür ve olmuştur. Cumhuriyetçi özgürlük tam da canlı yurttaş hayatını, kamusal erdemleri, ortak iyi ilkesini yücelttiği için özgürlüğün bu türleriyle yetinemez. Cumhuriyetçi fikriyata göre özgürlük esasen bağımsızlıktır; bilkuvve ve bilfiil bağımsızlık… Başkasının iradesine maruz bir konumda bulunmak, bu maruz kalma durumu fiilî olmasa ve potansiyel düzeyinde kalsa dahi kabul edilemez. Keyfi iktidarın salt varlığı dahi bir hürriyetsizlik halidir. Bu manada hürriyet, bağımlılık doğuran bir odağın bulunmayışı, tahakküm kaynağı olabilecek bir merkezden azade olmaktır.
Cumhuriyetin Kurumları
Cumhuriyetçi düşünce, bütün bu değerlerin nasıl hayata geçirileceği, cumhuriyetin nasıl bir kurumsal çehreye sahip olması gerektiği üzerine de ciddi bir birikim miras bırakmıştır. Halkın yönetimde nasıl yer alacağı, özyönetimin uygun biçimi, sözü edilen cevval yurttaşların politik etkinliğinin şekil ve derecesi, bu birikimin ana konuları arasında bulunur. Cumhuriyetçi düşüncede ibre halktan yanadır. Son tahlilde bir halkçı ve cumhuriyetçi olan Hükümdar yazarı Machiavelli, bu bahiste selefi Cicero’nun hükmünü benimser ve Söylevler’inde tekrar eder: “Halk, cahil de olsa, hakikati kavrayabilir, doğru olanı anlatan güvenmeye değer biri ortaya çıktığı zaman ona kolayca teslim olur.”
Bütün cumhuriyetçiler halkçı bir rejimi idealleştirseler bile bu halkın nasıl tecelli edeceği, ondan nasıl bir faillik beklenebileceği süregelen tartışmalardan biri olmuştur. Eski bir cumhuriyetçi deyişe göre halkın istediği hükmetmek değil kendisine hükmedilmemesidir. Machiavelli’de bunun dile getirilişi halkı bir kez daha hâkim zümrelere göre daha masum bir taraf olarak işaretler: Ekâbir hükmetmek ister, halk ise bundan kaçınmak… Her iki deyişte de halk o kadar da etkin bir ilkeyi temsil etmez görünür. Bu itibarla, cumhuriyetçi yurttaşlığın etkin ya da yoğun siyasi katılımı zorunlu kılıp kılmadığı, cumhuriyetçi düşünce geleneğinde çokça tartışılmış bir konudur. Bu bapta, geleneğin iki tarihi kaynağına ya da cumhuriyetçi kentin iki prototipine göre farklılaşan iki ayrı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Antik Atina’yı esas alarak insanın, kendisini ancak etkin siyasi katılım sayesinde gerçekleştirebilen, doğası itibarıyla politik bir varlık olduğunu kabul eden yaklaşım daha katılımcı bir siyaseti ülküleştirirken, Antik Roma’yı (daha özelde Cumhuriyet Roma’sını) esas alan diğer bir hat, halkı tahakküme karşı koruyacak uygun siyasi ve yasal düzeneklerin ve dengeli bir yönetim sisteminin daha önemli olduğu, bunun için de idare işlerine yoğun ve etkin bir halk katılımının zorunlu olmadığı düşüncesini benimsemiştir. Siyasi kamusal hayata katılmak kendi başına değerlidir, dünyada şan ve şeref kazanmanın yolu da budur ama fiilen ve günbegün herkesin politika yapması ne mümkündür ne de gerekli.
Neticede cumhuriyet, demokrasi, hele de doğrudan demokrasi anlamına gelmez. Cumhuriyetçi düşünürler silsilesinde, Rousseau gibi örnekler hariç tutulursa, daha çok “karma rejim” diye bildiğimiz bir teşkilat çerçevesi benimsenmiştir. Kökleri Eflatun ve Aristo’ya giden ama Polybios gibi yazarlarca olgunlaştırılan “karma rejim” fikri, monarşi, aristokrasi ve demokrasi gibi temel yönetim formlarının bir sentezini hedeflemiştir. Her yönetim eninde sonunda bozulduğu ve karşıtı olan yoz yönetim biçimine dönüştüğü için her rejim tipinin ayırt edici ilkesini alıp tek bir formda birleştirecek bir tür ‘sentez rejim’ arayışıdır bu. Bir, az ve çok, yani monarşi, aristokrasi ve demokrasi, bu yolla telif edilecektir. Böylece toplumun farklı kısımları ya da temel asabiye odakları arasında bir denge hali sağlanmış olacaktır. Kastedilen aslında azlık, yani seçkinler ile çokluk, yani halk arasında bir dengedir. Varsıllar ile yoksullar, bazı antik yazarların metaforik anlatımıyla şehrin şişmanları ile şehrin zayıfları arasında bir koşutluk da denebilir buna. Bu koşutluk, konsüller (monarşi), senato (aristokrasi) ve halk meclis ve tribünlerinin (demokrasi) yönetimde yer sahibi olmalarıyla tesis edilir. Bugün denge ve denetleme diye bildiğimiz usuller manzumesinin kökleri burada bulunur.
Cumhuriyetin Trajedisi
Cumhuriyetin talepkâr ve iddialı siyasi etiği, onu zaman zaman hatta belki sıklıkla toplumu homojenleştirici, insanları tek tipleşmeye zorlayan siyasetlere sürüklemiştir. Kamusal duyarlılıkları yerinde, ortak iyi duygusu bilenmiş, kendini ortak varlığa adamış yurttaşlar isteyen cumhuriyetler, bunu insanlara bir kalıp biçmeden yapmakta zorlanmışlardır. Böyle olunca da farklılıkların aynı siyasi bütünde var olabilmesi bir sorun haline gelmiştir. Kamusal alan farklılıklardan arındırılması gereken som bir varoluş sahası, yurttaşlık kişinin başka kimlik katmanlarını baskılayan bir üst aidiyet alanı, erdem asimilasyonu perdeleyen bir edebikelama dönüşebilmiştir.
Dünya tarihinde cumhuriyetçi projenin en radikal dönemeçlerinden birini temsil eden oyunu Danton’un Ölümü’nde Büchner, satın alınamaz, yozlaştırılamaz, erdemli adam Robespierre örneğinde bunu çok iyi yansıtmıştır. “Bir cumhuriyette yalnızca cumhuriyetçiler yurttaştır” diyen Fransız İhtilal sürecinin bu safkan Jakoben’ine göre, “cumhuriyetin silahı terördür, cumhuriyetin gücü erdemdir – erdem olmadan terör yozlaşabilir, terör olmadan erdem güçsüzdür.” Bu erdem düzeninde ahlaki zaaflar bile politik bir gösterge sayılırlar. Bir cumhuriyette sefahat “yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda politik bir suçtur; sefih olan özgürlüğün politik düşmanıdır.” Erdemin hükümranlığını kurmak isteyen cumhuriyet, halk tarafında hiçbir matlığa, görünürlükten kaçan hiçbir uzama katlanamaz, hiçbir gizi kabul etmez. Oyunun ve devrimin bir başka karakteri Camille bunu çok iyi ifade eder: “Devletin biçimi halkın bedenini sıkı sıkıya saran saydam bir örtü gibi olmalıdır. Damarların her kabarışı, kasların her gerilişi, kirişlerin her seğirişi burada ifadesini bulmalıdır.” Halktaki her devinimin devlette karşılık bulmasını salık veren bu ilk bakışta halkçı ifadeler, aynı zamanda halkın her şeyiyle izlenebileceği pürüzsüz bir şeffaflık rejimini ima etmektedirler. Bu saydamlık talebi, halkın bu içini görme isteği, cumhuriyetçi düzenlerin suistimale en müsait yanlarından biri olmuştur.
Bu tür kusurlar söz konusu özel bağlamla sınırlı kalmamış, cumhuriyetçi düzenlerin farklılıkları içerme kapasitesinde açığa çıkan sınırlılıklar, sonraki devirlerde ve başka ülkelerde de gerilim kaynağı olmuştur. Dini aidiyetlerin kamusal alanda sergilenmesiyle, mesela kamu kurumlarında başörtüsü kullanımıyla ilgili sorunların hep cumhuriyetçi rejimlerde ortaya çıkması da bunun bir yansımasıdır. Üstelik cumhuriyetçi rejimlerin pek çok örnekte, kökleri yine pagan Roma’ya giden “sivil din” ilkesine yaslanmak istemeleri, din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına alma iddialarına rağmen, dini yaşamın devlet eliyle belirli ve resmen makbul bir kalıba zorlanmasını getirmiştir. Robespierre’in Fransa’da yerleştirmek istediği bir deizm biçimi olan Yüce Varlık Kültü uç bir vaka sayılabilir evet ama çoğu cumhuriyet, ülkenin tarihî olarak hâkim ya da çoğunluk dinini şu ya da bu ölçüde yeniden kurgulayarak resmî bir din kisvesine sokmaya teşebbüs etmiştir. Cumhuriyetin fazileti onun trajedisi olmuştur.
Cumhuriyetin Geleceği?
Çağdaş düşüncede cumhuriyetçi arayışlar biraz da bu trajediyle başa çıkmanın yollarını bulmaya çalışıyor. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle liberalizm ve sosyalizme bir alternatif olarak yeniden yorumlanan cumhuriyetçi gelenekten, ilkinin özgürlükçülüğü ile ikincinin dayanışmacılığını telif edecek bir üçüncü yol açma umuduyla ilham almak isteyenler az değildi. Bugün cumhuriyetin etrafını daha çetrefil bir sorunlar yumağı sarmalıyor. Cumhuriyet demokrasiyle bağdaşabilecek mi? Popülizmi soğurabilecek mi? Milliyetçilikle hesabını kapatabilecek mi? Çokkültürlü karmaşık toplumlara ya da küresel kozmopolit bağlamlara bir vaadi olacak mı?
Çağımız kendini cumhuriyet olarak sunup tarif eden çeşitli devletlere şahitlik etti: Çin Halk Cumhuriyeti, İran İslam Cumhuriyeti, Mısır Arap Cumhuriyeti, Kongo Demokratik Cumhuriyeti… Bunların hangi bakımdan cumhuriyet oldukları tartışmaya açık. Türkiye de son 100 yılını bir cumhuriyet olarak idrak etmiş bulunuyor. Cumhuriyetçi fikriyat ve hissiyat için bu ülkenin geçmişinde ne gibi kaynaklar bulunabileceği önemli bir araştırma konusu olarak önümüzde duruyor. Kimi siyasi kargaşa ve buhran dönemlerinde bazı kesimlerin Osmanlı saltanatına karşı bir “cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti” istediklerini tarihçilerimiz aktarıyorlar. İşbu biçimde geçmişe doğru derinleştirilebilecek bu bahsin, bugüne ve geleceğe dönük asıl sorusunun ise şöylece vazedilebileceğini düşünüyorum: Türkiye Cumhuriyeti bir cumhuriyet olabilmiş midir?
*Bu yazı “www.perspektif.online” web sitesinde 20 Ekim 2023 tarihinde yayınlanmıştır.