Ana ve Oğul
Sokurov, aile üçlemesinin ilk filmi Ana ve Oğul’da filmsel görüntüyü resim sanatıyla örtüştüren bir üslup dener. Filmin vurgusu daha çok biçimsel özellikler üzerinden seyrederken unsurlar, manalar söylemin içinde kendini çok da belli etmez. Hâkim anlatımı birkaç tema üzerinde derinleşen ve başka şeylere dokunmayan, farklı açılımlara da pek yönelmeyen bir yalınlıktadır. Sokurov bu filmde rengi, mekânı -enlemesine ve boylamasına- ve dili deforme ederek biçim bozumuna sebebiyet verir. Durağanlıkta bir canlılık keşfine çıkıp hareketsizliğin içinde hareketi arar âdeta. Karakterlere sinen sakinlik, dinginlik hareketsiz bir plan oluşturmaya yardım ederken ışık çeşitlemeleriyle her plan adeta birer tablo görünümüne bürünür. Böylelikle Ana ve Oğul seyretmeyi bir resim galerisinde gezinmekle eş anlamda tutabileceğimiz bir çalışma, bir deneme olur. Filmsel zaman ve mekân yerini resimdeki zaman ve mekâna bırakır. Var olan yalnızca o andır. Geçmişi ve geleceği tıpkı resimdeki gibi insanların gözlerinde, ifadelerinde, hâllerinde saklanan anlamdan çıkarmak gerekir. Bakışlar, duruşlar, ifadeler ve -resimden farkla- sesler, diyaloglar her biri o ‘an’ın dışındaki ‘zamandan ipuçları’dır.Nerdeyse hareketsiz bir filmi izlemek ve film olduğunu duyumsamak, film düşüncesinden kopmamak… Bu ayrıntıda sesin bu denli temiz kullanımını yadsımadan, ses bu filmde hareketin varlığına delildir, diyebiliriz. Kapalı bir mekânın içinde kıpırtısız bir hâl egemenken hareketin akışını temsilen dış sesler belirir. Dalga sesleri dalgaların, rüzgârın uğultusu yaprakların ve başakların, kuş sesleri kuşların yahut gagalarının hareketini zihin perdemizde canlandırmamıza birer fırsattır. ‘Geçmiş’, donup kalmış bir bakışta, bir ifadede canlanırken ‘şimdi’, yanan odunların cızırtısında, sinek vızıltısında, dışarıdaki kuş seslerinde, rüzgârın uğultusunda ve dalga seslerinde can bulur.Ana ve Oğul’da biçimdeki yaratımın, içeriğin sahip olduğu anlam dünyasına daha baskın olduğunu söylemek mümkünken içeriğin zaman zaman derinleşen, evrensel temalara değinen yanlarını gözden kaçırmamak gerekir. Penceresiz evin iki sakini ana ve oğul… Bir yanda kapı kollayan ölüm diğer yanda insanı sarmalayan ve yaşamı biricik kılan anılar, çocukluk ve duygular. Hesaplaşma, dengelerin farkına varma, geleceğin yitimi ve bir evlâdın geleceğinin yarattığı anlam yükü. Ölüme yaklaşan hasta bir kadın ve oğluyla ilişkisinin resmi. Her ikisinin de ruh dünyasına ara ara dalışlar. Aynı rüyalarda kesişen iki hayat, bir anne ve oğul. Rüyaların aynılığında hayatı bir sorgulama, yaşanan zamana tanıklık ve geçmişin izleri, geleceğe yeniklik… Anne ve oğlunun rüyalarında geçen bir tirat: “Tanrı ruhumun içinde yer ediniyor ve sadece bilincimi etkiliyor. Dış dünyaya kadar hiçbir zaman uzanmıyor. Kalbim bu eksikliği kaldıramıyor.” Tanrı’nın varlığıyla ruhu saran güvenin, ululuğun ruhun enginliklerinde salınması ve duygu âleminde yerini bulamayışıyla yaşanan bir ikilem. Ruhun yükselme istidadıyla taşıdığı anlamın aşağılık âlemine çekilen bedende yahut bedenin muhatap bulduğu dış dünyada yer alamaması. Böylesi bir karmaşanın, ikilemin kalbe uyguladığı basıncın ağırlığı. Kalbin doğru olanın ne olduğu hakkında yorumlara girişmesi ve dengeleri arayarak yahut bulamayarak yorgunluğa düşmesi. Koca bir yaşam deneyimi ve geriye kalan yorgun bir kalp. Nihayetinde sonlanacak bir yaşamın gerisinde bıraktığı tek şey, belki bir kalp sızısı. Onca anlamın, değerin bir kalbe sökün edişi ve başka hiçbir yer bulamayışı.Ana ve Oğul’da ağır ağır ilerleyen tempoyla kimi zaman zihnî geliş gidişlerle iki hayatın resmedilmesi, tasviri gerçekleşir. Annenin düşünceleri oğlunun doğumuna dek gider. Soğuk ama gökyüzünün açık olduğu bir günde doğan bebeğinin ‘akıllı ama kalpsiz’ olacağı söylenmiştir. Oğlu bu yoruma “Bu doğru. Ben mantık insanıyım. Bu da kalbimin kırılmamasını sağlıyor” sözleriyle karşılık verir. Film boyunca çizilen tabloda da akıl-kalp ayrımı oğul ve anne üzerinden gerçekleşir. Kalbin anlatımı anne üzerinde yoğunlaşırken akıl, oğul üzerinde daha belirgin bir vurguyla şekil kazanır. Oğul, annesinin, kendisi yalnız kalacağından dolayı üzüldüğünü sanır. Oysa ki annesi ona çok daha derin bir duyguyla üzülmektedir, hem de kalbini yaşlara boğacak kadar. Koskoca bir yaşanmışlığın ağır yüküyle vedalaşmak üzere olan anne ve bu yükü sırtlanmak üzere olan oğluna karşı duyduğu derin üzüntü: “Çok üzücü. Benim çektiğim acıları daha sen çekmedin. Çok büyük haksızlık.” Bilmek ama bile bile yaşanan her tehlikenin içine biricik evlâdının sürüklendiğine tanık olmak. Yalnızca yaşayarak öğrenmek zorunda kalınan, düşe kalka, kırıla incine süregelen riski bol bir ölüm kalım oyunu: Yaşam.Oğul annesini yatırıp yalnız olarak çıktığı yürüyüşü esnasında bir ağacın gövdesine kapanır. Onu çevreleyen ağaçların dalları arasında belki de annesinin sıcaklığını, onu kolları arasına alışını anımsar ve ağlamaya koyulur. İnsanın biricik sevdiğini kaybetme düşüncesi hayata yüklediği anlamın zayıflaması, sarsılmasıdır. Kaybolan umut insanı gamla eş eder. Oğlun kalbi hayatın sert darbeleriyle yumuşar ve gözyaşları, hıçkırıkları mantık engelini aşıp beliriverir dış dünyada. Artık istense de istenmese de kalp, yaşamın soğukluğunda varlığını kanıtlar ve yerini duyumsatır. Ayrılık insanın vücudunu sarmalayan, yakıp kavuran bir ateştir gönüldeki yerini perçinleyen. Yalnız sabırdır bu ateşin sonsuz yakıcılığından kurtaran. Zira hâlâ yaşamaya sebep, bir gün buluşulacağını bilmek düşüncesidir. Annede yer edinen ölüm korkusu ve istenmeyen bir bahar… Anne oğluna dışarı çıkmak için giyecek hiçbir şeyinin, tek şeyinin bile olmadığını söylerken tükenen umudunu, yaşama sevincini mi anlatmaktadır? Annenin parka -ki yalnız kasabasında vardır- gitmek isteyişi çocukluk günlerine bir özlem değil midir?Anne ve oğlunun başka yaşamlara, başka soluklara mesafelerini filmde ara ara sesini duyduğumuz, kimi zaman uzaktan gördüğümüz trenle bağdaştırabiliriz belki. Oğul tek başına çıktığı yürüyüş sonrası eve geldiğinde annesinin yatakta uzanan beyaz, buruşuk ve soğuk görünümlü eline kapanır. Bir kelebek, hareketsiz elin üzerinde nerdeyse kıpırtısız durmaktadır. Kelebeklerin yaşam evresi ve oğlun annesiyle ilişkisinde paralellikler bulunabilir. İpek kozasıyla çerçevelenmiş tırtıl ve anne şefkatiyle çerçevelenmiş çocuk. Nihayetinde onca zorlukla başa çıkan bir tırtılın kelebek olma serüveni ve bir çocuğun pek çok sıkıntılı sürecin arkasından erişkin olabilme serüveni. Bir kelebeğin hassasiyeti, kırılganlığı bağlamında kelebeği bir kalbe yahut bir annenin gözünde hiç büyümeyen, hep zayıf, korumasız olarak nitelendirdiği biricik evladına benzetmek de mümkündür. Pencereleri olmayan bir evin iki kişiden ibaret sakinleri tıpkı pencereleri gibi kalplerini de dış dünyaya, insanlara kapatmış, kendilerini yaşamın diğer yüzünden soyutlamışlardır. Ölümü bile metanetle ve makul bir şekilde karşılamak, belki dış dünyaya kendini kapatıp bilincinde yer edinen o yüce varlığa sığınmakla mümkündür. Nihayetinde ölüm yok oluş değildir; annesinin ölümünden sonraki tiradı bunu anlatır: “Anlaştığımız yerde buluşacağız. Bekle beni. Sabırlı ol sevgili anne, bekle beni.” Penceresiz evin iki sakini ana ve oğul, belki de dünyaya kapattıkları pencereleriyle mümkün kılarlar gönülden gönüle açılan pencerelerini aralamayı. Baki kalan tek şey ise bir kalp sızısı: adı her neyse.