İran Sineması Üzerine
Uzun zamandan beri SAM bünyesinde misafir etmek istediğimiz yazar Cihan Aktaş’ın Türkiye’de bulunduğunu öğrenince fırsatı kaçırmayarak hemen kendisiyle irtibata geçtik ve Eylül ayında Bilim ve Sanat Vakfı’nda kendilerini misafir ederek İran sineması üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Cihan Aktaş’ın İhsan Kabil’in sorularını cevaplamasıyla başlayan söyleşi, geniş katılımlı dinleyicilerin sorularıyla daha da zenginleşti. Sinemayla ilk tanışıklığının çocukluğunu geçirdiği Erzincan Refahiye’de ailece gittikleri halk sinemasında seyrettiği filmlerle başladığını ve bunların birçoğunun toplumcu gerçekçi yapımlar olduğunu dile getiren Aktaş’a göre, İran’da bu yıllarda sinemaya karşı İslâmî kimlik bağlamında belirsizliklerle örülü bir bakış açısı hâkimdi. Sinema, 80’lerde Müslüman çevrelerde sıkça tartışılan tasvir, suret, bakış gibi kavramlar çerçevesinde çoğunlukla olumsuz karşılanıyordu. Dönemin tartışmalı alanlarından biri olan sinemanın, bizzat Humeynî’nin emriyle desteklenip geliştirilmesiyle bu bakış açısı da yavaş yavaş değişti. Sinemayla aynı dönemde İran’a karşı, Devrim ile artan sempati ve ilgisinin bir sonucu olarak ilgilenmeye başladığını belirten Aktaş, İran’daki sinema sektörü üzerine aydınlatıcı bilgiler verdi. Buna göre, İran’da Devrimden sonra ilk kurumlardan biri olan Farabî Sinema Enstitüsü, bizzat Ayetullah Humeynî’nin direktifiyle yapılanan bir müessese. Sinema konusunda İran’daki otorite kuruluşlardan biri olan Farabî, prodüksiyon, finansman, eğitim, araştırma ve arşiv gibi konularda çok önemli faaliyetlere imza atıyor. Yine bu dönemde bu sene 24.’sü düzenlenecek olan meşhur Uluslararası Fecr Film Festivali’nin ilki yine Farabî Sinema Enstitüsü tarafından organize ediliyor. İran sinemasının Devrim sonrası ilk ürünlerinde, gerek dönemin siyasî atmosferi ve gerekse Devrimin getirdiği toplumsal hareketlilik neticesinde toplumcu gerçekçi bir duruşun hakim olduğunu belirten Cihan Aktaş, bu dönemin önemli sinemacıları arasında Muhsin Mahmelbaf, Kemal Tebrizî ve devrim öncesinden Abbas Kiyarüstemî’yi örnek gösteriyor. Aktaş’a göre, bir yandan da, Devrimle birlikte toplumsallaşan İslâmî düzen ve İslâmî bir hayat algısı; temeli “Hakk” olan, iyiyi ve doğruyu tavsiye eden, adaleti ve eşitliği savunan ve ezilmişlik olgusu ile toplumcu etkileri bünyesinde barındıran “irfanî” bir sinema anlayışıyla beyazperdeye yansıyor. Fakat kimi eleştirmenlerce, özellikle 90’lı yıllarda, bu sinema anlayışı seyirciden kopuk, aşırı elitist, fazla sembolist, gerçeklikten kopmuş, alegorik ve mistik bulunuyor. Geleneğe bağlı gözüküp, Batılı festival jürilerinin kaygılarına yönelik filmler olarak eleştiriliyor. Öyle ki bu sinema, yeri geldiği zaman pek çok Batılı yönetmenden daha “otantik” ve “oryantalist” bir üsluba sahip Kandehar(“Kandahar Seferi”, Yön.: Muhsin Mahmelbaf, 2001, İran, 85’) gibi örneklere imza atabiliyor. Bu durumun temelinde, fikri temelsizliğin ve teorik boşluğun İran toplumunda yarattığı eksikliği ve akabinde toplumun geçirdiği büyük dönüşümü gören ve dün “devrimci”, bugün ise “reformist” olan bireylerin bu vaziyetin en çarpıcı örneklerini oluşturduğunu belirten Aktaş, Mahmelbaf’ın şahsında İran toplumunun geçirdiği büyük evrimin altını çiziyor. Aktaş’a göre, son dönemde İran sineması salt turistik veya otantik bir sinema olmaktan çıkarak, dünya festivallerinde saygın ödüller kazanan başarılı ve özgün filmlerle güçlü bir ülke sineması haline geldi. Bilhassa Mecid Mecidi gibi genç kuşak yönetmenler, toplumcu gerçekçilik ile irfanî sinemanın özgün bir sentezi sayılabilecek “büyülü gerçekçi” yapımlarla İran sinemasına yeni bir soluk getirdi. İran toplumunda sinemanın köklerine de eğilen Aktaş, yaygın Şiî kültürünün bir parçası olan Kerbela vakasının anlatıldığı tasvir geleneğinin ve gündelik yaşantının bir parçası olan şiirin İran sinemasının kültürel arkaplanını oluşturduğunu belirtiyor. İran filmlerinin aksiyoner Batı kültürünün bir uzantısı olan heyecan olgusuyla yoğrulan seyircide adeta “görsel bir gazel” etkisi yaratmasının sebebini şiirin toplumda bu denli yaygın bir kültürel kod haline gelmesine bağlıyor.
Cihan Aktaş’ın bu değerli tespit ve izlenimlerinin ardından izleyicilerin sorularıyla devam eden söyleşi, özellikle sinemadaki “mutlu son” ve İran sinemasının sıkça eleştirildiği “Batılı festival jürilerine akredite olma” sorunsalları çerçevesinde hararetli ve bir o kadar da renkli bir tartışma ile son buldu.