Sekülerleşme: Kavram ve Literatür
Geleneksel dinlerin sosyal, ekonomik ve uluslararası ilişkiler düzlemlerindeki tezahürlerinin artması, modernleşmiş ülkelerde ortaya çıkan yeni dinî akımlar, felsefî sekülerizmin ve onun pratikteki yansımalarının sebep olduğu sıkıntılar, sosyal bilimlerce uzun süre görmezden gelinen ya da daha sahici olduğu iddia edilen ekonomi, etnisite gibi olgulara izafetle açıklanan din olgusunun yeniden düşünülmesini gerekli kılıyor. Bu bağlamda, Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin 2005-2006 yılı için “İbn Haldun” başlığının yanısıra ana gündem maddelerinden biri olarak seçtiği “sekülerleşme” konusunun ilk konuğu Kaliforniya Los Angeles Üniversitesi (UCLA) Sosyoloji Bölümü’nde doktora yapan Nurullah Ardıç’tı. İleride yapılacak toplantılara bir giriş olması açısından, Ardıç, sunumunda sekülerleşme kavramının anlamını, Batı’da sekülerizasyonu doğuran dinamikleri, meselenin klasik ve neo-klasik din sosyolojisi paradigmalarında nasıl ele alındığını anlattı. Bu konudaki literatürün önde gelen isimlerinden David Martin’in A General Theory of Secularization kitabını detaylı olarak anlattıktan sonra, mevcut literatürün zaaflarını dile getirerek kendi doktora çalışması çerçevesince Osmanlı modernleşmesini anlamlandırabilmek için alternatif bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Ardıç, Latince saeculum kelimesinden gelen sekülerleşme kavramının, Hıristiyan Ortaçağında “bu dünya”, “Tanrı’yla uyuşmayan bir hayat tarzı”, “kilise hukuku ve mülkiyeti karşısında sivil hukuk ve mülkiyeti” gibi geniş bir alana işaret ettiğini ve kelimenin bu anlamının Protestan ülkelerde yaygın olduğunu belirtti. Katolik ülkelerde ise “kilise mensubu olmayan kişi” anlamında laiklik kelimesi yaygındı. Bir terim olarak sekülerleşme ise, siyasî-dünyevî alanın dinî kurumlardan ayrışması sürecine işaret ediyordu ve bu anlamıyla sekülerleşme Avrupa ve Amerika’da modernleşme sürecine içkin, bu sürecin olmazsa olmaz bir öğesi olarak okundu. Weber dünyanın büyüden arınması ve rasyonelleşme fikirleriyle sekülerleşme kavramını sosyal bilimlere dahil etti ve bu fikirler sonradan sosyal bilimlerin dünyayı anlamlandırmasında temel bir referans kaynağı oldu. Ardıç’a göre, Aydınlanma düşüncesinin dini “karanlık, irrasyonellik, büyü, gericilik ve bireysel özgürlük eksikliği”yle özdeşleştiren yaklaşımını temel alan klasik din sosyolojisi, Comte, S. Simon ve Marx’ta görülebileceği gibi dinin yok olacağını, Weber ve B. Wilson’da görüldüğü şekilde ise dinin etkisinin azalacağını iddia etti. Daha sonra “sekülerleşme tezi” ismiyle kristalize olan bu tarz yaklaşımlar, sekülerleşmenin tek yönlü geri dönülemez bir süreç olduğunu ve kurumsal ayrışmanın ötesinde aynı zamanda ferdin dinî inanç ve pratiklerinde de bir gerileme yaşanacağını iddia ettiler. Ardıç’a göre, 1960’lardan bu yana gelişen neo-klasik paradigma ise sekülerleşme tezine eleştirel bir tavırla yaklaştı. Bu yeni yaklaşım, teorinin Aydınlanma düşüncesinden aldığı pozitivist önyargıları olduğunu, bu sebeple teorinin savunucuları tarafından yeterli ampirik veriyle desteklenmediğini tam da bu yüzden teoriden ziyade bir doktrin olarak gözüktüğünü iddia etti. Teorinin açıklayamadığı olgular, dinî akımların yükselişi, ateist komünizmin sekülerleşme projesinin başarısızlığı ve birçok bilim adamının dinî inançlara sahip olmasıydı. Bu bağlamda klasik yaklaşımı revize etme çabasıyla dinin özelleşmesi (Luckman) ve dinin dönüşümü (Durkheim, Bellah, Parsons) gibi farklı kavramsallaştırmalar geliştirildi. Ardıç bu yeni yaklaşımda önemli bir isim olan David Martin’in görüşlerinden detaylı olarak bahsetti. Sekülerleşmenin en önemli saikleri olarak reformasyona (Kalvenizm) ve Aydınlanma düşüncesine işaret eden Martin, İngiliz İç Savaşı, Amerikan Devrimi, Fransız İhtilali ve Bolşevik İhtilalini de sekülerleşme sürecinde önemli siyasî dönüm noktaları olarak görüyor. Martin sekülerizasyon sürecinde, kurumsal ve ferdî sekülerleşmeyi kriter alarak, Amerikan, İngiliz, Latin, Rus, Kalvinist ve Lutherci tipler olmak üzere altı farklı gelişim tipinden bahsedilebileceğini iddia ediyor. Ardıç’a göre Martin’in çalışması Batı dünyasının sekülerleşme tecrübesi üzerine yapılmış en kapsamlı ve en önemli çalışma. Ardıç ayrıca klasik ve neo-klasik yaklaşımları eleştiren Rodney Stark ve Roger Finke’nin geliştirdiği “din ekonomileri” yaklaşımından da bahsetti. Din ekonomileri yaklaşımı, iktisat teorilerinde varsayılan serbest piyasa, rekabet ve verimlilik arasındaki ilişkiyi dini alana uygulayarak dini katılımın artış ve azalışını açıklamaya çalışıyor. Buna göre bir dini ekonomi ne kadar serbest ve rekabetçi olursa dini katılım da o kadar yüksek olacaktır. Bu yaklaşım, modern dönemde tek bir dini topluma empoze eden tekelci kurumlaşmaların kalkmasıyla “dinlerin serbest piyasası”nın ortaya çıktığını ve bu serbest piyasada kiliseler arası rekabetin arttığını iddia ediyor. Bu bağlamda modern dönemde dini rekabet alanındaki artışın dini katılımın da artmasına sebep olduğunu savunuyor. Rasyonel tercih teorisine dayanan din ekonomileri yaklaşımı Batıda sekülerleşmenin aslında yaşanmadığı iddiasıyla iddiasıyla klasik ve neo-klasik yaklaşımlardan radikal bir biçimde ayrılıyor. Ardıç konuşmasında sekülerleşme tezini İslâm dünyası açısından tartışan görüşlere de yer verdi. John Esposito, Peter Berger, Ahmet Davutoğlu, Raşid el-Gannuşî gibi düşünürlerin, İslâm dünyasının din sosyolojisindeki tezlerle anlaşılamayacağını, İslâm’ın hayatın her alanını düzenleyen yapısının buna izin vermeyeceğini, fakat sekülerliğin modernleşme paketi içerisinde İslâm dünyasına dayatıldığını ve bu sebeple de Batı’dakinden farklı olarak İslâm dünyasında baskı, fakirlik ve yolsuzlukla özdeşleştiğini düşündüklerini belirtti. Ardıç’a göre sekülerleşme üzerine kaleme alınan literatürün temel zaafı, gelenek-modernlik, kilise-devlet çatışmasını modernleşme ve din arasındaki ilişkinin tek mümkün yolu olarak görmeleri ve ikinci olarak, teorinin alanını yalnızca Batı-Hıristiyan dünyasıyla sınırlı tutmalarıdır. Ardıç, modernlik-geleneksel karşıtlığının Osmanlı modernleşmesi çalışmalarında da kullanıldığını ve T.Z. Tunaya, G. Jäschke, H. Edip, N. Öktem, A. Engin, B. Lewis ve N. Berkes’in çalışmalarında bu yaklaşımın görülebileceğini dile getiriyor. Şerif Mardin’in, İslâm’ın her alanda önemli olduğunu belirttiğini, fakat gelenek-modernlik karşıtlığının onun yazılarında da bulunduğunu iddia ederken, Türk laikliğinin Durkheim ve Weber’le anlaşılabileceğini söyleyen Nuray Mert’in bu noktayı gözden kaçırdığına dikkat çekiyor. Ardıç’a göre tarihçi Rustow ise, II. Abdülhamit’in modernleşme politikalarına referansla bu karşıtlığı eleştirse de, modernleşme sürecinde İslâm’ın önemine yeterince vurgu yapmıyor. Ardıç bu bağlamda Osmanlı modernleşmesi çalışmalarında İslâm-siyaset ikiliğinin reddedilmesini öneriyor. İsmail Kara’nın çalışmalarına referans vererek “modernleşmenin aynı zamanda dinîleşme olduğunu”, modernleşme döneminde İslâm’ın daha görünür ve güçlü olduğunu, reformların dine karşı konumlandırılmadığını belirtiyor. Ayrıca, bu dönemle ilgili iki doktora çalışmasına referans vererek görüşünü destekliyor: Suat Mertoğlu’nun II. Meşrutiyet döneminde yazılan tefsirlerin reformları meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını ortaya koyan çalışması (Osmanlı’da II. Meşrutiyet Sonrası Modern Tefsir Anlayışı: -Sıratı-ı Müstakim/Sebilürreşad Dergisi Örneği: 1908-1914-) ile Sami Erdem’in İslâm hukukundaki kavramların modernleşmeyi meşrulaştırmak için içlerinin boşaltıldığını ve dönüştürüldüğünü gösteren çalışması (Tanzimat Sonrası Osmanlı Hukuk Düşüncesinde Fıkıh Usulü Kavramları ve Modern Yaklaşımlar), mezkur ikiliği aşarak yapılmış iki örnek araştırma. Tartışma bölümünde modernleşmenin Müslümanlar üzerindeki etkileri ve Ardıç’ın bahsettiği, İslâm’ın, modernleşme döneminde reformları meşrulaştırma amacı olarak kullanılmasının bir dinî canlanma mı yoksa dinin içten sekülerleşmesi mi olduğu üzerinde duruldu. Birinci problemle ilgili olarak, kimi katılımcılar Kapris Otel, tesettür defileleri ve kişisel hayatta görülen gayriislâmi unsurlar gibi somut olaylara referans vererek ve aynı zamanda dinin ekonomi, siyaset ve gündelik hayatta çok da belirleyici olmadığına işaret ederek, Türkiye’de ve İslâm dünyasında bir dinî canlanma olsa bile birçok açıdan Müslüman kitlelerin de dönüştüğünü ve bu sebeple dinî canlanma tezine ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini ifade ettiler. Diğer taraftan, kimi katılımcılar iktidar ilişkilerine dikkat çekerek, dindar kitleler üzerindeki baskıların, oluşturulan negatif imajların ve anti-demokratik uygulamaların Türkiye’deki dinî canlanmanın önünde önemli bir engel oluşturduğuna işaret ettiler. Ardıç’ın kişisel görüşü her iki surecin ayni anda yaşanmakta olduğu seklindeydi. İkinci konuyla ilgili olarak Ardıç, dindeki kavramların araçsal olarak kullanılmasının din için doğurduğu sıkıntıları kabul etti. Bununla birlikte o dönemdeki her çabanın da bu çerçevede görülemeyeceğini söyledi. Özetle, Ardıç’ın sunumu sekülerleşme konusundaki literatürün kapsayıcı bir özetini verirken, literatüre getirdiği eleştiriyle de çokça tartışılacağa ve yeni çalışmaların önünü açacağa benziyor.