Onun Arabası Yok: Chef Kitabı Üzerine Söyleşi
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin Mart ayındaki konuğu, Mustafa Kutlu’ydu. Kutlu daha yeni kitaplar yayınladığı hâlde gündemimizde Chef vardı; çünkü hikâye, üzerinde konuşmaya değer meselelerle örülmüştü. Sohbet şef kelimesinin gelişim seyri ve imlâsıyla başladı. Güç ve iktidar hüviyeti gösteren şef kelimesi, geçmişte itibarlı meslekleri ve -siyasî anlamda- liderliği tanımlamak için kullanılıyordu; zamanla anlamı daraldı.Kitabın ana karakteri Hüsnü Şen, “şef kelimesi gibi örselenmiş bir adam”, bir banka şefi. İngilizce bilmediği için müdür olamamış, yükselme hırsı içinde ukde kalmış. Bilhassa otomobil sahibi olamamak onda marazi bir saplantıya dönüşmüş. Kitabın tamamına yayılan otomobil metaforu, hem güç ve statü sahibi olmayı, hem de çağın esas tutkuları “haz ve hız”ı temsil ediyor.Kitabın adıkastı mahsusla Chef olmuş. İnsanoğlunun güç ihtirası, yaşama savaşında ayakta kalmasını, dahası güvenliğini sağlamaya yönelik bir arzu. Dolayısıyla kelime ancak orijinal imlâsıyla yazıldığında güce gönderme yapıyor. Hayatımızı sürdürecek -fikir, bilim, teknoloji, sanat dahil- hiçbir şeyi kendi kendimize üretemediğimiz için, gücü de, güce tekabül eden kavramları da Batı’dan ithal ediyoruz. Düşünce tarzının, beraberinde hayat tarzını da getirdiği aşikâr. Hikâyedeki şefin de İngilizce bilmediği için yükselememesi -ve kendini adamdan saymaması- güçlülüğün Batı’ya endeksli olmasının ironik bir örneği.Kitabın zemini belirgin bir dönemi yansıtıyor aslında. 1980 sonrasında dışa bağımlı hâle gelen Türkiye, Kutlu’nun ifadesiyle “ayağını yorgandan dışarı fena hâlde çıkardı” ve faizler, ekonomik krizler, yolsuzlukların getirdiği bunalım atmosferi, ülke genelinde salgın gibi yayılan ahlâkî çöküşü doğurdu. Kapitalizmin tetiklediği tüketim çarkının çivisi çıktı, toplum üretmeden tüketir hâle geldi. Neticede eğlenerek tüketmeye ve her şeyden keyif almaya kodlandık.Hikâyede sahne alan aile de kısıtlı geliriyle bir parçası olduğu tüketim toplumunun hızına ayak uyduramayışın çatışmasını yaşayan bireylerden oluşuyor. Bu türden aileler -dikkate almasak da- çevremizde geniş bir yer tutuyor. Hüsnü Şen, önüne çıkan fırsatta “Light Raskolnikov”a dönüşüveriyor; çalıştığı bankayı soyma teklifiyle karşılaştığında hemen reddetmiyor, tereddüde düşüyor. Niçin? Çünkü herkesin bir yerleri soyduğunun farkında.Hikâyenin kadın karakteri Arzu, başka bir hayat kurmak için evinden ayrılıyor. Eşine nispetle aklıselim sahibi, ailesine karşı daha duyarlı bir karakter. Gitse de evini büsbütün terk etmediği, bıraktığı mektuptan ve kaygılarından belli. Burada bir parantez açalım: Kutlu’ya göre Türkiye’de kadınlar daha akıllıdır, ailenin bütün yükünü taşırlar. Ataerkil toplum ezberini bozmak gerekir; çünkü erkekler meydandadır, esas kararı verenlerse kadınlardır.Hikâyenin en ilginç tiplerinden biri de liberal karakteri temsil eden evin oğlu Özgür. 80 sonrasında hayata damgasını vuran “iş yapalım abi” düsturunu şiar edinmiş, “Bu memlekette diploman olsa ne olacak?” ana fikrinden yola çıkmış, kestirme yollara sıvanmış bir uyanık. “Beni ne doktorlar, mühendisler istedi…” cümlesiyle sembolleşen devlet kapısının sağlamlığı, 80’lerin ertesinde değer kaybetmiş, yerini finans sektöründen gelecek damat adaylarına bırakmıştır. Böylelikle “atılım” yaptığı söylenen Türkiye’deki “işadamı” profiline bakıldığında görünen manzara pek de iç açıcı sayılmaz: Bir kesim sürekli semirirken öte tarafta korkunç boyutlara varan bir yoksulluk. Çünkü “Haksız kazancın olduğu yerde yoksulluk da vardır.” Mustafa Kutlu yoksulluğu dert edinmekten usanmayan bir yazar.Kitaptaki üç karakter de tereddüdün eşiğinde bırakılıyor. Mustafa Kutlu bu açık uçluluğu bilhassa hedeflemiş; toplumda cereyan eden hadiselere doğru teşhis koyulmasını istiyor. “Hepimiz bir gemideyiz. Karşımıza fırsat çıktığında kendimizi bir yolsuzluğa imza atarken bulabiliriz.” Okurdan beklediği, bu empatiyi kurması ve bir gün varsıllığa doğru saf değiştireceğini hissederse, rotasını nereye bükeceğini kendisine içtenlikle sormasıdır.Kırk yıldır toplumdaki değişmeyi merceğe alan Kutlu, handiyse bütün hikâyelerinde “Biz kimiz?” sorusunu vurgulamaya çabalar. Kimlik kırılması ve gelenekle ilişkimizin farklılaşması Mustafa Kutlu’nun sıkça altını çizdiği meseleler: “Geleneği aynen taklit etme imkânı ortadan kalkmıştır. Zaten aynen taklit edilen şey kurur, müzelik olur. Gelenek sürekli yenilenmek suretiyle yaşatılır. Bütün azametiyle geçmişi yıktıktan sonra yerine yeni bir şey koyamadık. Kendimize ait bir hayat tarzı çizemedik; bize ait bir ahlâk, hukuk, iktisat, siyaset, sanat sistemleri kuramadık.”Kutlu’nun son yıllarda yazdığı uzun hikâyeler, roman türünün habercisi mi? Mustafa Kutlu, eserin boyutunun türü belirlemeye yetmeyeceğini, geleneksel köklerinden dolayı her zaman hikâye yazdığını kaydetti. İlk hikâyelerini tasavvufu esas alan, sözü en aza indirerek anlamı yoğunlaştıran ve sözlü anlatıma dayanan şark hikâyesi türüne dahil ediyor. Daima bir halk hikâyesini modern okura anlatıyormuş tarzını benimsiyor, okuyanların sanki dinliyormuş hissini duymalarını hedefliyor. Karmaşıktan basite giden, kristalleşen anlatımın daha zor kotarıldığını ekledi. Mustafa Kutlu hikâye türündeki ısrarının, yerli olmak kaygısıyla da yakından ilişkili olduğunu söyledi.Hikâyelerinin doğma sürecine ilişkin olarak kısa hikâyelerini taslak hazırlamadan bir oturuşta yazdığını, bir daha üstünden geçmediğini, metne dair söylenenlere de pek kulak asmadığını belirtti; çünkü müdahalelerle metnin büyüsü bozuluyordu. Genellikle anlık duygulanmalar, en çok da adalet duygusu yazarda yeni bir hikâye ilham ediyordu.Mustafa Kutlu söze başlarken “kitapta yeri olanlar”ın dışına çıkılmaması şeklinde çerçeveyi çizmişti. Bunun bir istisnası olabilirdi: Fenerbahçe’den bahsetmek caizdi. Biz de ricasını kırmadık; pergelin bir ayağı Chef’te, bütün dünyayı dolaştık. Nasılsa kâinattaki bütün konular edebiyatın şemsiyesi altında değil mi?