Ortadoğu’da Bir İstikrarsızlık Unsuru: Şattü’l-Arap Sorunu
Ortadoğu’da kökleri 16. yüzyıla dayanan ve Osmanlı-İran ilişkilerinde de önemli bir yer işgal eden bir sorunu, Şattü’l-Arap Meselesini, halen Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü’nde doktora çalışmasını sürdürmekte olan Burcu Kurt ile “Ortadoğu’da Bir İstikrarsızlık Unsuru Olarak Şatt’ül-Arap Sorunu” başlıklı yüksek lisans tezi bağlamında tartıştık.Sunumuna sorunun 16. yüzyıla kadar geri götürülebileceğini vurgulayarak başlayan Kurt, Osmanlılar, İranlılar ve İngilizler arasında ciddi problemlere sebep olan Şattü’l-Arap Meselesinin tüm yönleriyle kavranabilmesi için -öncelikle- bölgenin coğrafi ve sosyal yapısını anlattı:Şattü’l-Arap esasen, Fırat ve Dicle’nin Kurna’da birleştiği yerden başlayıp güneyde Basra Körfezi’ne döküldüğü yere kadar uzanan nehrin adıdır. Fakat tarihte edindiği yer itibariyle Şattü’l-Arap Meselesi, bir nehir rejimi sorunu değil; daha çok, bugün İran sınırları içerisinde yer alan Hümeyze ile bu kasabanın güneyindeki Zaros Dağları ve Şaniye arasında kalan deltaya ait bir meseledir.Şattü’l-Arap havzası son derece alçak bir düzlemde arklarla, küçük nehirlerle bölünmüş ve pek çok küçük adacıklardan müteşekkil ilginç bir coğrafyaya sahiptir. Bölgede meydana gelen gelgit hareketleri havzanın şekillenmesi üzerinde etkili olduğu gibi, nehrin kıyıları boyunca uzanan hurma bahçelerinin doğal olarak sulanmasına da sağlar. Bu sebepledir ki bölge dünyanın en önemli hurma üretim merkezlerinden biridir. Bu ilginç coğrafî ve sosyal yapı, bölgede pek çok siyasî ve ekonomik problemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Nitekim nehirde oluşan küçük adacıklar aidiyet sorununu ortaya çıkartırken, gelgit hareketlerinin ulaşım üzerindeki etkisi de bazı iktisadi problemlere ve anlaşmazlıklara zemin hazırlamıştır.Burcu Kurt, bu kısa girişten sonra bölgedeki istikrarsızlığın tarihini anlattı:Şattü’l-Arap meselesini temelde iki boyutlu bir sorun olarak nitelendirmek mümkündür: bölgenin sınırları ve ulaşım. Sorunun her iki boyutuna da etki eden ortak sosyo-ekonomik ve coğrafi etkenlerden söz edilebilir.İran ile Osmanlı arasındaki sınır sorununun temelini Kasr-ı Şirin (1639) Anlaşmasına kadar geri götürmek mümkündür. Bu dönemde, sınır sorunu aşiretler bağlamında ele alınmış ve hem İran hem de Osmanlı kendilerine bağlı aşiretler üzerinden sınır hakkı talep etmişlerdi. 1840’larda Rusya ve İngiltere’nin arabuluculuk teklifleri ve hem Osmanlı’nın hem de İran’ın bu teklifi kabul etmesiyle sorun uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bu dönemde imzalanan Erzurum Anlaşması’yla (1847) Şattü’l-Arap’ın doğu kıyısı, Muhammere Limanı ve Abadan İran’a verildi. Fakat bir şekilde mutabakat sağlanmasına rağmen, İran ile Osmanlı arasındaki savaşlar nihai hedefe ulaşılmasını engelledi. Sınır sorunu 20. yüzyıl başında İran’ın Rusya ve İngiltere arasında paylaşılmasıyla yeniden su yüzüne çıktı. 1908 yılında bölgede petrol bulunması da, meseleyi daha karmaşık hale getirdi. 1911 yılında bu sorunu halletmek üzere iki ülke tarafından görevlendirilmiş delegelerden oluşan komisyon, Rusya ve İngiltere’nin de müdahalesiyle sınır problemine bir çözüm bulur ve neticede Tahran Protokolü (1911) imzalanır. Daha sonra, Osmanlı’da gerek yönetimin başına geçen İttihad ve Terakki’nin İngiliz yanlısı bir politika izlemesi gerek baş gösteren iktisadi sorunlar ve bu sorunların çözümüne karşılık İngiltere’nin bir kısım tavizler beklemesi neticesinde bölgenin sınırları yeniden ele alınır ve İstanbul Protokolü (1913) ile Şattü’l-Arap sınırı çizilir. İki devlet arasında varılan bu mutabakat, diğer devletleri de müdahaleye zorlar ve böylece dört ülkenin katılımıyla oluşan bir komisyon sınır probleminin çözümü için savaşın başladığı 1914 yılına kadar çalışmalarını sürdürür.Sorunun ulaşım boyutuyla ilgili anlaşmazlıklar ise, 1908 yılında bölgede petrolün bulunmasıyla başlar. Meselenin bu boyutu üzerinde, daha çok 1914’te temel enerji kaynağı olarak kömürden petrole geçen İngiltere etkili olmuştur. İngiltere buradaki petrolü, Şattü’l-Arap’ın ulaşıma elverişli su rejiminden de faydalanarak daha düşük maliyetlerle sevketmek istemekteydi. Bu amaç doğrultusunda İngiltere, bu dönemde Şattü’l-Arap’ta İngiliz bandıralı gemiler gezdirerek fiili bir hâkimiyet gösterisi yapar. Bölgede o döneme kadar biri Osmanlı’ya diğeri İngiltere’ye ait iki vapur işletmesi faaliyette bulunmaktaydı. İngiltere siyasi müdahalelerle ulaşım problemini çözmek için Osmanlı’nın da yer aldığı bir komisyon kurulmasını sağlar. Daha sonra, Almanya ve Rusya da, kapitülasyonlardan kaynaklanan haklarını gündeme getirerek komisyonda yer alırlar. İngiltere’nin bölgedeki ulaşım üzerindeki etkinliğini arttırmak için -komisyondan sonra başlattığı- ikinci girişim, ortak (Osmanlı-İngiliz) bir vapur şirket kurulması talebidir. Her ne kadar bütünüyle İngiliz menfaatlerini gözetiyor olsa da ortak şirket ilişkin anlaşma imzalanır. Ancak atılan imzaların geçerlilik kazanması için iki ülke yönetimince tasdik edilmesinden hemen önce Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması sebebiyle uygulanamaz.Şattü’l-Arap Meselesi, daha sonraki dönemlerde, İran ile Irak devletleri arasındaki bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı’nın bu coğrafyadan çekilmesi sonrasında İran ile Irak arasında imzalanan iki anlaşma da İran lehine sonuçlanır. Daha sonra imzalanan Cezayir Anlaşması (1975) neticesinde bölgenin egemenliği iki ülke arasında, neredeyse, eşit biçimde paylaşılır. Daha sonra hem Saddam Hüseyin’in Irak’ta, hem de Humeyni’nin İran’da yönetimi ele geçirmeleri dengeleri tekrar değiştirir ve İran-Irak Savaşı (Eylül 1980) başlar. Savaşın sonucunda Saddam yönetimi isteklerine kavuşamaz ve 1975’teki anlaşmayı tanımak zorunda kalır.2007 yılında İran, “karasularını ihlal ettikleri” gerekçesiyle 15 İngiliz askerini tutuklarken, Şattü’l-Arap’taki sınır problemi bir kez daha ortaya çıkmıştır. Zira bir taraf ‘ihlal’den bahsederken diğer tarafın suçlamayı reddetmesinin sebebi Şattü’l-Arap’taki sınırın tanımlanmasından yaşanan zorluktur.