Taşranın İmparatorluğu: Osmanlı Dünyasına Merkezden Bakmamak
Fairfield Üniversitesi’nde, Ortadoğu tarihi, Osmanlı ve global etkileşimler üzerine dersler veren, Harvard Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladığı doktora çalışmasını The Provincial Challenge: Regionalism, Crisis and Integration in the Late Ottoman Empire, 1792-1812 başlığı ile yayına hazırlayan Ali Yaycıoğlu ile 18. yüzyıl Osmanlı’sında, Osmanlı merkezî otoritesi ile periferisinde kalan taşra elitleri arasındaki güç ilişkileri üzerine konuştuk.Konuşmasına öncelikle Kânî, Şeyh Galip, Erzurumlu İsmail Hakkı, Mütercim Âsım gibi Osmanlı taşrasında doğan, yetişen, daha sonra yolları İstanbul’a düşen Osmanlı şair ve düşünürlerinin İstanbul tecrübeleri ve İstanbul’daki ilmî çevreler ile ilişkilerini değerlendirerek başlayan Yaycıoğlu, burada her birinin hayat hikâyesi üzerinden merkez-taşra arasındaki ilişkinin farklı veçhelerini ortaya koyuyor. Tokatlı şair Ebu Bekir Kânî Efendi İstanbul’da aradığını bulamamış, Rusçuk ağası, ayanı, daha sonra da Eflak voyvodası tarafından himaye edilmiş bir şairdir. Şeyh Galib önce Konya’ya gitmiş, Babası Mustafa Reşid Efendinin baskısı üzerine İstanbul’a dönmüş, Galata Mevlevihanesi’ne atanmıştır. Erzurumlu İsmail Hakkı İstanbul’da ona gösterilen büyük itibara karşın Tillo’ya dönmüştür. Mütercim Âsım, Gaziantep’ten çıkmış ve vakanüvis olmuştur. Alemdar Mustafa Paşa Rusçuk’tan çıkmış, veziriazam olmuştur.Bu minvalde Yaycıoğlu’nun dikkat çektiği bir başka husus gerçekte 18. yüzyılın hem doğululaşma hem de batılılaşma yüzyılı olduğudur. İshak Paşa Sarayı İranlı bir Ermeni tarafından yapılmıştır mesela. Çapanoğullarının Barok camisini yapan İstanbullu Rum mimarlardır… Aslında o dönemin edebiyatçıları da, astronomları da, mutasarrıfları da, Hint’i, İran’ı ve Türkistan’ı ilgiyle izlemektedir. Edebiyatta Sebk-i Hindi akımı ortaya çıkmıştır. Bir yandan Batı bir yandan Doğu…Bu noktada merceği taşradan İstanbul’a gelenlere değil, taşrada kalanlara çeviren Yaycıoğlu, Osmanlı taşrasının şairlere, mutasavvıflara, mühendislere, bahçıvanlara, haydutlara, bankerlere, müteşebbislere sunduğu farklı olanakların üzerinde duruyor: Taşra, İstanbul’da, Viyana’da, Paris’te tutunamayanlar için yeni merkezler sunmaktadır. Buradaki önemli ayan ağaları, aileler taşranın yeni egemenleridir. Tepedelenli Ali Paşa’nın Venedikli mimarı, Fransız bahçıvanı, Rusyalı mühendisleri vardır. Türkçesi zayıf olan Arnavutça ve Rumca bilen Tepedelenli, torunlarına Türkçe öğretmek üzere İstanbul’dan iki âlim getirtmiştir. Yanya bu figürler için önemli bir merkeze dönüşmüştür. 18. yüzyıl Rum aydınlanmasının önemli figürleri, İstanbul’daki Fenerli Rum aileler, Rum aydınlamasından hoşlanmadıkları için Tepedelenli’nin etrafında küçük bir Rum akademyası kurmuşlardır. Eflak, Petersburg ve İstanbul’da ofisi bulunan Eflaklı Manuk Bey, Rusçuklu İsmail Ağa’nın ve Alemdar Mustafa Paşa’nın uluslararası bankeridir. Osman Pazvantoğlu Belgrad yeniçerileri için bir sığınma olmuştur…Ortaya çıkan bu fotoğraf bize neyi göstermektedir? Tüm bunlar 18. yüzyıl Osmanlı dünyasında güç ilişkilerinin Osmanlı taşrası lehine dönüşümünün ipuçları mıdır? Çapanoğulları Yozgat’ı kurduktan sonra Tokat ve Kayseri’de Ermeni tüccar konaklar yapmışlar, büyük ticaret ağları kurmuşlardır. 18. yüzyıl taşrasında İstanbul’a ya da İstanbul’un taşradaki geleneksel merkezlerine alternatif yeni merkezler mi oluşmaktadır? Bu merkezler İstanbul’u devre dışı bırakarak kendi aralarında ve dünyadaki farklı bölgeler ile yeni ilişkiler mi kurmaktadır?Yaycıoğlu’na göre, 18. yüzyılda taşra, Osmanlı Devleti’nin zenginliğinin üretildiği yerdir. Yerel bilginin kaynakları ve üretimi de taşra elitinin kontrolündedir. Kurulan bu yeni merkezler, taşradaki diğer aileler, dinî liderlikler, eşkıyalar ve İstanbul ile irtibatlı belli ailelerin kontrolü altındadır. Merkezin taşra üzerindeki dolaysız kontrolü oldukça azalmıştır. Taşra kendi liderlerini, yerel seçkinlerini üretmiştir. Bu liderlikler kendi bölgelerindeki yerel halk, dinî liderlikler, halk ozanları, şairlerle kurdukları ilişkilerle birlikte bir tür regionalizm, bir bölgeselleşmeye doğru evrilmeye başlamışlardır. Yozgatlılık Çapanoğullarından, Yanyalılık Tepedelenli Ali Paşa’dan ayrılamaz. Yerellik ile yerel seçkinler iç içe bir yapı arzeder. Mesela Çukurova’nın hikâyesi, Çapanoğulları ile Kozanoğulları arasındaki mücadelenin hikâyesidir. Padişahın yeri yoktur orada. Bölgesel liderliklerin oluşturduğu bir imparatorluk göze çarpar, bu dönemde.Öte taraftan taşradaki ekonomik, askerî, entelektüel yapıları kontrol eden bu liderlikler, vezirlik, valilik, mütesellimlik, muhassıllık gibi görevler üstlenerek Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısı içinde kalmışlar, bir yandan da o yapıyı dönüştürmüşlerdir. Çapanoğlu ve Karaosmanoğlu gibi Osmanlı kurumsal yapısının kendilerine sunduğu statüleri, pozisyonları reddedip, ancak bu şartlar altında imparatorluk ile uzlaşanlar da olmuştur. Zira imparatorluğun taşrada varolabilmesi ancak bu yerel seçkinlerle yaptığı işbirliğine bağlıdır. Başka türlü varolması mümkün değildir. Çapanoğullarının büyük Kızılbaş dedeleri ile yakınlığı üzerinden devlet bu büyük dedelere ve yörüklere ulaşmaktadır mesela. Ama bu durum aynı zamanda taşra elitlerini Osmanlılaştırmıştır. Netice itibariyle taşra İstanbulsuz, İstanbul taşrasız yapamaz. Burada ayrıca bu liderliklerin dünya ile ilişkisi, bir kozmopolitizm de sözkonusudur. Bunların büyük çoğunluğu, Adriyatik’e, Rusya’ya, İran’a yelken açmışlardır.Son olarak, bu dönüşümü taşranın imparatorlukla ilişkisi açısından; bir yerel-merkez çatışması, bir rekabet, adem-i merkezileşme, dağılmanın erken aşaması, merkezin gücünün azalmasından kaynaklanan bir kaos ve gerileme olarak değerlendiren farklı yaklaşımları tartışan Yaycıoğlu’na göre, bu ilişkiyi çatışma olarak kurgulamak zordur. Yönetimin her alanında merkezî otoritenin, gücünü taşra eliti ile paylaştığı 18. yüzyılın bu düzeninde imparatorluğun, taşrası ile öncekinden farklı bir entegrasyon sürecine girdiği açıktır. Bu süreçte “imparatorluk taşralaşırken, taşra Osmanlılaşmıştır”