Türkiye Mimarlığı Çağdaş Mimarimiz, Gelenek ve Tektonik Kültür: Betonarme Yapının Sınırları
Günümüzde birçoğumuz için apartman hayatı pek de cazip bir şey değil. Özellikle nüfusu yoğun kentlerde eskiden olduğu gibi müstakil tip konutlar daha yaşanılası bulunuyor artık, bir eskiye yöneliş sözkonusu. Eski evlerimiz çok güzel; yenileri çirkin, ama neden? Eskiden bugünkü teknolojiye göre daha basit şekilde inşa edilen yapılar günümüzdekilere nazaran neden daha göze hitap eder bulunuyor? Sunumunda bu ve benzeri birkaç soru ile yola çıkan Uludağ Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim görevlisi Dr. Yusuf Civelek günümüzde sınırları aşmanın daha kolay olduğu bir dünyada yaşadığımıza vurgu yapıyor. Özellikle mimarî alanda bu durum oran kavramıyla ve dolayısıyla estetikle alakalı. Geçmişte fiziksel ve yapısal çevrenin özellikleri kanıksanmış hâldeyken günümüzde artık bizler için birer güzellik nesnesi olmaya başladılar. Civelek, oran meselesini çelikten de sonra ortaya çıkmış en son tektonik kültür olma özelliğine sahip betonarmeye ve betonarmeleşme sürecine bağlıyor.Tarihsel sürece şöyle bir göz gezdirecek olursak; 19. yüzyıl ortalarında Alman mimarlık düşüncesinden kaynaklanan bir söylem tektonik kültür. Meâlen bir şeyleri bağlamak, üst üste koymak denilebilir kısaca. Genel olarak ikiye ayrılıyor: Birincisi yığma üzerine kurulan bir sistem; toprak, taş, kerpiç ve tuğla vs. İkincisiyse çatkıcılık üzerine, ahşap ve son dönemlerde de çelik kullanılıyor. Bu iki unsurun her toplumda oluşturduğu geleneksel tektonik kültür yapısına değinen Civelek, bizde görülen bağdadî duvarlar, ahşap evler, karma teknolojiler gibi unsurların her birinin yapıyı meydana getiren bilgi birikimi ve kültürle bağlantısına, kısacası bir coğrafyaya nasıl yerleşeceğinizle ilgili olduğuna vurgu yapıyor. Türkiye’nin bu konuda çok zengin olduğunu, doğusundan batısına farkı uygulamalar görmenin imkânını anlatan Civelek, tektonik kültür ile doğrudan kültürün birbiriyle alakalı olduğunu düşünüyor. Betonarme yapının kendi ilkelerini ortaya koymasından sonra yapısal çevreyi algılayış tarzımızın da değiştiğini söyleyen Civelek, Fransızca “güçlendirilmiş beton” anlamına gelen betonarmenin doğuş hikâyesini de şöyle anlatıyor: 19. yüzyılda yaşanan krizle yani Avrupa’da klasik düşüncenin çökmeye başlamasıyla beraber devrin mimarları bundan böyle yapıları hangi üslûpta inşa edeceğiz diye düşünür olmuş. O esnada çok farklı düşünceler ortaya konulmuş. Kimi neoklasizmden yana, kimisi neogotik, kimiyse eklektikten yana olmuş ve akabinde materyalizm ortaya çıkmış. Tüm bu gelişmeler yaşanırken Alman Karl Böttcher yaşadığı dönemde artık taşın kullanılabilirliğinin bittiği, taşla yapılabilecek bir şey kalmadığı ve gelecek dönemde yeni bir malzeme olmadan yeni bir mimarî üslûbun yakalanamayacağı tezini savunmuş. O dönemde Fransa ve İngiltere’de demir kullanılarak yapılmış önemli yapılar mevcut. Crystal Palace’ın 1851 yılında Joseph Paxton tarafından çelik ve metal malzeme kullanılarak Londra’da inşa edilmesi Avrupa’da büyük yankı uyandırıyor örneğin ve Böttcher de bu durumu mimarinin geleceği olarak değerlendiriyor. Şüphesiz ki Böttcher bu konuda yanılmıyordu. 20. yüzyılda çelik önemli bir mimarî malzeme; bugün dahi pek çok gelişmiş ülke betonarmeden ziyade çeliği tercih ediyor. Ancak ilginçtir ki modernizm akımını ortaya çıkaran unsur çelik değil de betonarme oluyor. İlerleyen dönemde Le Corbusier betonarmeyle ilgili beş ilke öne sürüyor: (i) Birincisi serbest plan yani kolonlardan bağımsız bir bölme sistemi düşünebilmenin rahatlığı. (ii) İkincisi serbest cephe, dış duvarların yapıyı taşıma işlevi olmadığına göre pencereleri istediğimiz şekilde konumlandırabilme serbestisi ve buna bağlı olarak (iii) üçüncü ilke yatay bant pencere ilkesi, cephe serbest konumda olduğuna göre pencereyi de bant şeklinde yapabilme kolaylığı sunuyor. (iv) Dördüncüsü yükseltilmiş zemindir; zira Corbusier’e göre tüm kötülükler yerden gelmektedir. Haşereler, rutubet ve sair etkenlerden dolayı ki o yıllarda, 1920-1930’larda modernistler için hijyen oldukça önemli bir konu. O hâlde zemini yerden yükselttiğimiz takdirde binanın alt kısmını da rahatlıkla kullanabiliriz. (v) Beşinci ve son ilke çatı bahçesi, pitoresk bir görüntü verdiği için yerde kaybedilen bahçeyi çatıda kullanabiliriz. Bu bir kırılma noktası çünkü artık geleneksel tektoniği devam ettirmeme yönünde önemli bir ilk adım.Avrupa’da süreç böyle işlerken Türkiye’deki betonarmeleşme sürecine bakacak olursak, 19. yüzyılın ikinci yarısında Türk konut tipinin yangınlara karşı dayanıksız olması ve hijyenik açıdan kullanışsızlığına vurgu yapıldığını görürüz. 1865 yılında İstanbul’da meydana gelen Hocapaşa Yangını akabinde bütün bir mahalle kârgir olarak yeniden inşa ediliyor ve 1866 yılında o bölgede ahşap inşaat yapımı yasaklanıyor. Birinci Ulusal Mimarlık akımının önde gelen isimlerinden Mimar Kemaleddin Bey’in geleneksel tektonik kültürü modernize etme çabasıyla 1922 yılında İstanbul’da inşa ettiği Harikzedegân (Tayyare) apartmanları ise ilk betonarme yapı örnekleridir. 1927 yılından itibaren tamamıyla modern mimariye geçişle beraber geleneksel tektonik kültür de Türkiye’de artık terkedilmiş oluyor. 1930’lu yılların modernizm anlayışıyla beraber Birinci Milli Mimari Dönemine ulaştığımızda Kemaleddin Bey ve Vedat Tek zamanında kullanılan kubbeler ve kemerler dinî kültürü ifade eden formlar olarak kabul edilip cami mimarisi olarak ayrı tutuluyor. Bu noktada Sedad Hakkı Eldem’in “Türk evi” Türk modernleşme ideolojisinde çok önemli bir yer tutuyor ve Türk’e has, İslâm’la ilgisi olmayan, seküler yapılar olarak benimseniyor.1940’lara gelindiğinde modernizmin özellikle Almanya’da baskı altına girmesiyle beraber Türk modernleşmesinde melezleşme ihtimali doğuyor ve bu yönde geçmişteki bağlarından tamamıyla kopartılıp bir imge, bir estetik nesne olarak modernleştiriliyor, betonarmeleştiriliyor. Betonarmenin kolay evrilebilen yapısı, taklit gücü ve taşla, ahşapla uygulayabildiğiniz hemen her formu alabilme yeteneği sayesinde kolayca tercih edilen bir yapıya dönüşüyor. Betonarme dediğimiz öyle bir yapı elemanı ki ister temel yapı malzemelerini, ister sembolik biçimleri, isterseniz de tipolojik elemanların her birini betonarmeyle gerçekleştirebilmek mümkün ve bu noktada akla takılan soru şu: Bu denli basit, öğretilmesi ve inşa edilmesi kolay bir malzeme elimizde olmasa idi daha başka bir tektonik kültür geliştirip buna daha uyumlu bir çevre oluşturabilir miydik? Zira ahşabın, kârgirin hatta çeliğin bile ülkemizde ve gelişmekte olan birçok ülkede tam mânâsıyla gelişemeden kaldığı âşikar. Betonarmenin bu imitative kolaycılığının diğer tektonik kültürlerin zararına işlediği söylenebilir. Geleneksel tektonik kültürde çok farklı ustalık alanları vardı ve insanlar o kültürün içerisinde usta-çırak ilişkisi içerisinde yetişiyorlardı. Betonarmede ise böyle bir zanaat sözkonusu değil; çok kısa sürede öğrenebilinir bir sisteme sahip betonarme.Konuşmasını bitirirken Türkiye’nin sıklıkla yüz yüze geldiği deprem gerçeğinin bir getirisi olarak çeliğe yönelişin sözkonusu olduğunu dile getiren Civelek, tektonik kültür düşüncesini Türk mimarları arasında ve Türk toplumu içerisinde yaygınlaştırmaya ve mimariyi bir de bu yönde algılamalarını sağlama gayretinin önemine değindi. Civelek, ancak o sayede şekillerin dışında başka bir perspektiften mimariyi görmenin mümkün olabileceğine dair inancını ifade ederek sunumunu nihayete erdirdi.