“Sanat Tarihinin Sonu” ve Türkiye’de Sanat Tarihi
Sanat Araştırmaları Merkezince planlanan, her ay bir sanat tarihçisini konuk edeceğimiz “Sanat Tarihine Mümkün Bakışlar” başlıklı program dizimizin ilk konuğu Boğaziçi Üniversitesi’nden Ahmet Ersoy idi. Sanat tarihinin özüne dair mümkün ve alternatif seslerin dillendirildiği bu tür tartışma mecraları oluşturmanın önemine değinen Ersoy, konuşmasını sanat tarihinin açmazları ve Türkiye’de sanat tarihinin hâl-i pür-melâli üzerine inşa etti:Sanat tarihinin iddiası nedir? Görünür olanı okunur kılmak ve anlamı sabitlemek. Sanat ve tarih olarak iki kompartımana ayırabileceğimiz bu alanların biri duyularımıza hitap eden, imgeleri konu edinen ve aslında dilsiz olması icap eden bir alanken, diğeri tamamen dil üzerine kurulu retoriğe dayalı bir alan. İmge ile söz arasında gidip gelen, tehlikeli, bir o kadar da heyecan verici bir uçurum. Ve bu eğreti hal üzere inşa edilen bir disiplin. Ancak bu eğretilik, sadece menfi anlam yüklenmesi gereken bir durum da değil.Son yıllarda temele inip bir anlamda sanat tarihinin tarihi üzerine yazıp çizmeye çalışanların karşısına disiplinin bilinçaltına işlemiş görünen Alman idealizmi çıkıyor. Üretilen ve görselliği olan her şey bizim gerçeklik kalıplarımızın ete kemiğe bürünmüş hali ise ve bir şekilde bu değerler, bu dünya görüşleri, nesneye içsel yerleştirilmiş iseler, bu hal temsilde kesinliğe varıyor. Bu katiyet, bize toplumlara ilişkin büyük çıkarsamalar yapma imkânı veriyor ve zamanla büyük anlatılara dönüşebiliyor. İşte bu büyük anlatıların sorgulanmasıyla temsilde kesinlik yerini temsilde buhrana bırakmaya başladı. Batı merkezli tanımlar yerinden oynadı ve sanat dediğimiz şeyin tanımı nasıl genişletilebilir sorusuna cevaplar aranır oldu. Avangardın ivmesinin artmasıyla birlikte evrimsel ve çizgisel gidişatın sona erişiyle sanatın da sanat tarihinin de sonu ilan edildi. Varlık nedenlerinin bile kalmadığı söylenen sanat tarihi hantal ve kalıpsal bulunarak disiplinler-arasılığa, disiplinler-ötesiliğe itibar edilmeye başlandı ve tüm objeleri kapsayabilen, yeni duyarlılıkları da içeren başka bir düzlem arayışına gidildi. “Sanat Tarihi” yerine “Görsel Kültür Çalışmaları” başlığı ve benzerleri yeğlenir oldu.Biz de ise yeni yaklaşımlar denenmekle beraber hâlâ idealist ve formalist gelenek hâkimiyetini sürdürmekte. Belli tipolojiler üzerinden gidilerek kataloglanan, bu kataloglama esnasında olabildiğince seçmeci davranılan, bir de üzerine birinci çoğul şahsın giydirildiği büyük anlatılar söz konusu. Bu büyük anlatılar, sorgulama şansı bırakmayan dokunulmazlıklarıyla tartışma zeminlerine mesafelerini baştan koymakta… Şu anda büyük tartışmaların çok uzağında görünsek de, bu tarz tartışmalardan üretilenlerle, evrensel sanat tarihinin bir parçası olabilmemizi mümkün gören Ersoy, ne çalışırsak çalışalım ona özgü tanımlarımızı yaparak yola çıkmamız gerektiğinin altını çizdi. Mesela Batı’nın iş-
levi dışarıda bırakan “sanat” tanımı bizim Osmanlı sanatı araştırmalarımız için uygun mudur? Değilse kendi tanımımızı yapabilmeliyiz. Bunu yaparken saf bir kimlik politikasına hapsolmadan yaptıklarımızı evrensel bir tartışma ortamına da mal edebilmeliyiz, tabii dünyada neler olup bittiğini de es geçmeden ve çok odaklı bir perspektiften bakmayı ihmal etmeden.Oturumun soru-cevap kısmına ayrılan ikinci bölümünde sorulan ilk soru “Dünyadaki sanat tarihi yazımının parçası olunabilir mi?” sorusuydu. Ersoy, uluslararası platformda yer etmenin aslında çok da kolay olmadığını, burada güç ilişkilerinin devreye girdiğini söyledi. “Disiplinde kalmak mı zor, disiplinden çıkmak mı zor?” ikilemine ait bir soruya ise disipliner formasyonun kazanımlarından da disiplinsizliğin dinamizminden de yararlanmak gerektiğinin altını çizerek cevap veren Ersoy, şimdilik birini diğerine tercih edemeyeceğimizi, varolana eklentiler yaparak devam etmenin daha anlamlı gözüktüğünü söyledi. Ayrıca envanter çalışmaları ile teorik açılımların da birlikte yürümesi gereken iki kulvar olduğunu vurgulayarak kendisinin arşive gidip iğneyle kuyu kazanlardan biri olduğunu ilave etti.Gelenek ve kimlik tanımları bağlamında melezlik, görme rejimleri, modern kurumlardan biri olan müzelere nasıl bakılması gerektiği, evrensel kriterlere dayalı yeni bir sanat tarihinin yazılıp yazılamayacağı, böyle kriterler belirlemenin imkânı, bu şekilde sorgulayıcı yaklaşımların etkilerinin zenginleştirici mi yoksa tahrip edici mi olacağı üzerine yöneltilen sorulara verilen nitelikli cevaplarla ufuk açıcı bir tartışma ortamının sağlandığı bu ilk oturumla sanat tarihinin dünyasına ilk adımımızı atmış olduk.