Gazzâlî ve David Hume’da Nedensellik
Vefatının 900. yılı münasebetiyle bu yıl Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Gazzâlî etkinliklerinin ilki Ahmet Erhan Şekerci’nin “Gazzâlî ve Hume’da Nedensellik” başlıklı sunumuyla gerçekleştirildi.
Birçok felsefe tarihi eserinde değinilen Gazzâlî-Hume etkileşiminin konuyu araştırmaya girişmeden önce kendi zihnini de meşgul ettiğini, ancak söz konusu ilişkinin çoğu kez detaylandırılmadan aktarıldığını ve bu etkileşimin mahiyetinin muğlak kaldığını belirten Şekerci, yaptığı çalışmada asıl amacının bu iddianın doğruluk derecesini sorgulamak olduğunu ifade ederek sözlerine başladı. Şekerci, böyle bir araştırmada, “sebebin bulunduğu her yerde zorunlu olarak sonuç da bulunmalıdır” önermesi ile bu önermenin zımnında bulunan sebep, illetve nedenkavramları çözümlenmeden meselenin açıklığa kavuşturulmasının mümkün olmadığına dikkat çekti.
Şekerci’ye göre, Gazzâlî söz konusu olduğunda iki tür nedensellikten bahsedilebilir: “ontolojik nedensellik” ve “epistemolojik nedensellik”. Ontolojik nedensellikte önemli iki husustan biri “âlemin kıdemi/hudûsu”, diğeri “tabii neden-
sellik”tir. Âlemin ezeliliği fikri sonuç olarak âlemin ebediliğini gerektireceği için Gazzâlî dinî kaygılarla böyle bir düşünceyi baştan reddetmektedir. Tabii nedensellik, Tehâfüt’ün on yedinci bahsinde işlenmektedir. Burada, âlemde gördüğümüz ve “sebep-sonuç ilişkisi” şeklinde adlandırdığımız bağı nasıl anlamamız gerektiği sorusuna cevap aranmaktadır.
Gazzâlî nedenselliği kesin bir dille reddetmektedir. Hz. İbrahim’in ateşe atılması ve ateşin onu yakmamasından yola çıkan Gazzâlî, sebep-sonuç ilişkisinin sadece bir gözlem ve alışkanlık ürünü olduğunu iddia etmektedir. Bu tür bir iddia aynı zamanda inanca ilişkin bazı temel ilkelerle de uyum içindedir. Zira buna göre tabiatta varolduğu kabul edilen “zorunlu sebeplilik” bağı ortadan kaldırılmış ve Allah’ın iradesine sınırlama getirilmemiş olur. Ayrıca zorunlu kabul edilen bir sebeplilik ilişkisi, mucizelerin kabulünün önünde de engel oluşturacaktır. Fakat Gazzâlî, zorunlu sebeplilik ilişkisi yoluyla olmasa da, âlemde kargaşanın değil bir düzenin hâkim olduğunu kabul etmektedir. Söz konusu düzeni açıklamak için de, “âdetullah” ya da “sünnetullah” kavramları-
na başvurmaktadır: Bu âlemde Allah’ın kurduğu bir düzen veya âdetler bütünü vardır ve Allah peygamberlerinin doğru sözlü olduklarını ispat için bu düzeni istediğinde kesintiye uğratabilir. Ancak herşeyin mümkün olduğu bir dünya düzeni, herşeyin zorunlu olduğu bir dünya düzeni kadar sıkıntılı bir husustur; zira sabah evde bıraktığımız bir kedinin akşam çocuğa dönüşebileceğini tasavvur ederek yaşamak mümkün değildir.
David Hume ise şüpheci ekolden gelen bir düşünürdür. Onun önemli gördüğü asıl nokta, bu âlemde sebep-sonuç ilişkisi olarak kabul ettiğimiz fenomenin nasıl açıklanacağıdır. Ona göre, bu tür bir ilişki iddiası safsatadan ibarettir. Örneğin herhangi bir kimse için, “Yarın güneş doğacak mı?” sorusunun cevabı şüphesiz “Evet” olacaktır. Fakat bunun tümevarım dışında hiçbir kanıtı yoktur. Bu tıpkı şimdiye kadar gördüğümüz tüm kuğuların beyaz olmasından yola çıkarak “Bütün kuğular beyazdır” yargısına varmak gibidir.
Hume, nedensellik fikrinin çözümlenmesiyle problemin daha kolay ortaya konacağını söylemektedir. Ona göre, nedensellik fikrini karakterize eden üç husus vardır: benzerlik, bitişiklikve neden-etki ilişkisi. Birbirine benzeyen şeyler aynı mekânda ve aynı zamanda ard arda gelerek bizde sebeplilik denilen düşünceyi oluştururlar.
Hume’un mucizelere bakışı oldukça net ve kesindir: Mucizeler, olağanüstü dinî tecrübeler, halkın icat ettiği safsatalardan ibarettir. Olağanüstü gibi gözüken tüm durumlar aslında mantıksal kanunlarla açıklanabilir. Bu tür doğal fenomenleri açıklamak için yeterince bilgisi bulunmayan kimseler, onları doğaüstü güçlere havale ederek halk arasındaki efsanelerin doğuşuna zemin hazırlamaktadır. Hume’a göre, bu konuda tanıklığın ya da tevatürün bir değeri yoktur; zira doğaüstü birdurumun kabulü için ne kadar çok tanıklık bulunsa da durum değişmez. Hatta bir adım ileri giderek, İslâm’daki tevatür kavramıyla istihza edip, “birkaç barbar Arap’ın tanıklığı” şeklinde nitelendirmektedir.
Hume’a göre, geleceğe ilişkin yargılarda bulunmak doğaldır. İnsanlar planlar yapar ve bunların uygulanabilir olacağını kabul ederler. Bunun doğal olduğunu ve aksini varsaymanın yanlış olacağını kabul eden Hume, bu tür bir planın işlemesi için ortada “zorunlu sebeplilik” diyebileceğimiz bir bağ ya da kanun bulunmadığını iddia eder. Bu noktada Hume ve Gazzâlî’nin büyük ölçüde aynı düşündükleri görülebilir.
Sebeplerin her alanda zorunlu sonuçlar doğuracağını düşünmek, aynı zamanda insan iradesini ortadan kaldıracaktır. Zira geçmişte yaptığım şeyler aynıyla gelecekte tekrar edecekse, insan iradesinin herhangi bir anlamı olmayacaktır.
Gazzâlî ve Hume’un “zorunlu sebeplilik” ilkesini reddetme konusunda ortak bir paydaya sahip oldukları söylenebilir. Ancak onların birbirlerinden ayrıldıkları nokta, “zorunlu sebeplilik” bağına karşı çıkarken taşıdıkları temel kaygılardır. Gazzâlî bunu dinî kaygılarla yaparken; Hume, tam aksi bir tutumu benimsemektedir. Ona göre, mucizelerin varlığını temellendirebilmek için “zorunlu sebeplilik” bağını reddetmek saçma olacaktır. Zira mucizenin kendisi “tabiat kanununa” uymamaktadır. Ancak Hume’un böylelikle zımnen kabul ettiği “tabiat kanunu” kavramı çok açık değildir ve kendi içinde çelişiktir. Zira bu kanun, Gazzâlî’de olduğu gibi “âdetullah” ya da “sünnetullah”a havale edilerek açıklanamaz.