Karşılaştırmalı Çokkültürlülük:Bit Palas ve Yakupyan Apartmanı Çerçevesinde İstanbul-Kahire Eksenli Bir Okuma
Çokkültürlülüğe ağıt!
Sanat Araştırmaları Merkezi, Kırkambar Sohbetleri çerçevesinde Şubat 2011’de Dr. Nagihan Haliloğlu’nu ağırladı. Doktorasını Heidelberg Üniversitesi’nde tamamlayan Haliloğlu, Elif Şafak’ın Bit Palasve Alaa Al Aswany’nin Yakupyan Apartmanı romanları üzerinden İstanbul-Kahire eksenli ve karşılaştırmalı bir çokkültürlülük okuması yaptı.
Ulus-devletin gelişmesi ile hızla kaybolmuş toplumsal bir yapı olarak yâd edilen çokkültürlülük, günümüzde kozmopolit kent kültürlerinin ortaya çıkardığı “yeni ve farklı” misafirlerle bir arada yaşama zorunluluğu bağlamında tekrar konuşulmaya ve hatırlanmaya başlandı. “Bir zamanların İstanbul”undan, “o eski Kahire’den” bahsederken aslında yitip giden bir hayatın arkasından yakılan ağıt, zaman zaman bugünkü kentin kırdan gelen veya göçmenlik mefhumu ile bütünüyle bambaşka kültürlerle şehirde varolan, yani “sonradan gelen” misafirlerine de siteme dönüştü. “Ah, o eski güzel günler!”, bir arada barışçıl yaşama kültürü üzerinden anlatılır oldu.
Avrupa’da çokkültürlülük alanında yapılan çalışmalar yeni değil ve çok da teşvik edilen bir alan. Haliloğlu’na göre Ortadoğu yazınında ise “imparatorluğun doğal bir mirası olarak çokkültürlülük”, bu coğrafyanın bir zamanlar sahip olduğu ama artık kaybettiği bir değer olarak öne çıkıyor. Kaybolmuş da olsa hafızalarda taze olan bu bellek, roman gibi bu kültürlerde sonradan benimsenmiş bir türde dahi çabucak ortaya çıkabiliyor. Çünkü Haliloğlu’na göre bu coğrafyaya romanın gelişi ile modernlik belli bir paralellik gösteriyor. Apartman ise modern bir yaşam tarzını simgelediğine göre, Yakupyan Apartmanı ve Bit Palas’ı anlatan bu iki kitap, Avrupalılaşmayı konu edinen roman geleneğine bir ek olarak modernlik ve çokkültürlülük okumasına da müsait bir zemin hazırlıyor.
Her iki romanda da bir yandan bu şehirlerin modernlik ile nasıl yeni yaşam şekillerine büründüğü anlatırken, bir yandan da ele alınan apartmanlar tarihsel bir tanık olarak gösterilip bu şehirlerin kaybettiği ve tekrar formülleştirmeye çalıştığı çokkültürlülüğe göndermeler yapılıyor.
Eş zamanlı olarak hem İstanbul’da hem de Kahire’de ortaya çıkan ve Batılı bir yerleşme formu olan bu “apartmanlar” ve ürettikleri “yaşam tarzı” şehir hayatında çokkültürlülüğün gerçekleştiği mekânlar olarak ele alınıyor. Bu apartmanlar, alışılmış aile içi ilişkilere ve komşuluklara yeni formlar getirirken, komşulararası hiyerarşide de belirleyici rol oynuyor. Her ne kadar Avrupaî bir yaşam tarzının sembolü de olsalar; Haliloğlu’na göre Aswani’nin ve Şafak’ın romanlarında “apartman” yine de yerel bir karakter kazanıyor. Tıpkı Avrupaî bir edebi tür olan romanın bu coğrafyada yerel bir karakter kazanması gibi.
Hem Bit Palas’ta hem de Yakupyan Apartmanı’nda kaybedildiği düşünülen çokkültürlülüğün şehrin bazı yerlerinde devam ettiği gösteriliyor. Haliloğlu, apartmanların “Bonbon Palas (takma adıyla Bit Palas)” ve “Yakupyan Apartmanı” isimlerinin Fransızca ve Ermenice sözcükler olduğundan isimleriyle bile yaptıkları çokkültürlülük göndermelerine dikkat çekiyor. Mesela Ermeni bir ustanın yaptığı Bonbon Palas’ın ismini devrimden kaçan bir Rus, Paris’ten getirmiş. Aswani’nin apartmanını ise milyoner bir Mısırlı Ermeni, İtalyanlara yaptırmış ve “Yakupyan” ismini binanın girişine Ermeni veya Arap harfleri ile değil, Latin harfleri ile yazdırmış.
Bu apartmanlara “palas” isimleri 1930’larda vaat ettikleri yaşam tarzı ve konforları yüzünden veriliyor, bu sebeple her iki binanın da ilk sakinleri servet sahipleri… Fakat zamanla konfor standartları 1930’larda kalan bu binaların sakinleri “mütevazileştikçe” palas ismi de ironik olarak “köhne” ile aynı mânâya gelmeye başlıyor. Öyle ki, bu bakımsız binalarda bir zamanların zenginlerinin erzak depolamaları için hazırlanmış tavan arasındaki ufacık odaları bile kırsal alandan gelen kiracılarla dolup taşıyor. İşte sınıfsal bir el değiştirme yaşayıp gözden düşen bu binaları tekrar meşhur eden ise İstanbul’un veya Kahire’nin 1920’lerden kalma kozmopolitliğine duyulan özlem olacaktır.
Haliloğlu’nun çerçevesini çizdiği iki romanda da insanî özellikler yüklenen apartmanlar hem şehrin hem de insanların kaderini temsil ediyor. Aslında bir bakıma bu apartmanlar, kaybolmuş imparatorlukların çok kültürlü yapılarını saklayan ufak birer müze işlevini de yerine getiriyor. Burada eski çokkültürlülükle yeni çokkültürlülüğün bileşenleri olacak yerel, taşralı, kasabalı misafirlerin de bir kesişim kümesi oluyor apartman. Yani bir anlamda şehirde eskiden varolan kaybolmuş yaşam formları ve yine şehrin alışık olmadığı henüz yerleşmemiş yaşam formları birbirleri ile karşılaşıyor. Bu anlamda Haliloğlu bizlere Kahire ve Mısır’ın paralel giden çokkültürlülük hikâyesini oluşturan bu romanların aslında kendilerinin de bu çok kültürlü yapının bir parçası olduklarını hatırlatırken, Kahire ve İstanbul’un apartman serüvenleri ile bir edebi tür olarak romanın Türkiye ve Mısır coğrafyasındaki serüvenin de paralel gittiğini anlatıyor.