Bugünü Tarihten Okumak
Yakın dönem cumhuriyet tarihinin önemli simaları ve meselelerinin tartışıldığı TAM Sohbet programının konuğu Kemal Karpat idi. Karpat ile yakın dönem cumhuriyet tarihinin mihenk taşları; özellikle sosyal sınıf ve devlet meselesi, dönemin önemli figürleri üzerinden gündeme getirildi.
1970’li yıllardan bu yana yakın dönem Türk siyasî tarihi üzerine pek çok değerli eser kaleme alan Karpat, öncelikle, halen çeşitli akademik çalışmaların konusu olan bu meselelerin doğru bir şekilde idrak edilebilmesi için 1950’lere ve 60’lara gitmenin gerekliliğine dikkat çekti. Karpat’a göre dönemin şahsiyetlerini tanımadan, o dönemin meselelerini kavramak mümkün değildir. Kişileri iyi anlamak, tarihi de anlamayı mümkün kılar. Şahsiyetler yetiştikleri muhiti, zamanı ve bu zamanın fikirlerini bünyelerine çekip aksettirirler. Bu düşüncelerden yola çıkan Karpat, dönemin siyasetinin en etkili isimleri olarak, başta Adnan Menderes olmak üzere, Celal Bayar ve İsmet İnönü üzerinden bir değerlendirme yaptı. Karpat’ın dönemin bu önemli üç figürü hakkındaki değerlendirmeleri ise özetle şöyledir:
Milli mücadeleye katılmış kendine mahsus bir milliyetçi olan Menderes, bu milliyetçiliği hiçbir zaman ideolojik hale getirmemiş ve mevki için bir basamak olarak addetmemiştir. Menderes ile ilgili bir diğer hususiyet, toprağı ve köylüyü sevmesi, verimi arttırmaya ve ihtiyaçları karşılamaya yönelik; kredi vermek, ziraati makineleştirmek gibi pratiklerle hareket etmesidir. Menderes, bu iki unsuru siyasetle bir arada tutmayı amaçlamıştır. Tabandan yükselecek, kendi imkânlarını kullanacak ve özellikle yerli mahsulleri değerlendirerek güçlenecek bir orta sınıfı, açıkça dile getirmemiş, kavramsallaştırmamış olsa da pratikte böylesi bir orta sınıfı ortaya çıkarmaya çalışır. Burada şunu da özellikle ifade etmek gerekir ki, orta sınıf meselesi, Menderes’ten önce de vardır, ancak Anadolu kökenli bir orta sınıf oluşturmaya teşebbüs eden ilk kişi odur.
Menderes’e dair üçüncü önemli hususiyet, bürokrasiden gelmemesi ve serbest hareket edebilmesidir. Bu durum ona diğer önemli siyasî aktörler karşısında bir üstünlük sağlamıştır. Menderes, bürokrasiye, özellikle askerî bürokrasiye karşı açıkça cephe almıştır. Devleti yakından inceleyip, felsefî temellerini sorgulamayan Menderes’e göre devlet, kararları yerine getirecek bir mekanizmadır. Menderes’in aksine Celal Bayar ise, devletin gücü, bütünlüğü ve üstünlüğünü vurgulayarak bunları muhafaza etmek ister ve bu gücün azaltılmasına asla taraftar değildir. Bu tavır ile Bayar, İnönü’ye yakındır. İkisinin de devletçi yönü ağır basmaktadır. Ne var ki, İnönü, devleti CHP’nin başkarakteri olan elitle muhafaza etmek istemiş, Bayar ise bu tutumun aksine, devletin vatandaşa daha yakın olduğu, onunla kucaklaştığı ve bütünleştiği bir durum öngörmüştür.
Karpat’a göre 1954 seçimlerini DP’nin ezici çoğunlukla kazanmasının ardından, Bayar’ın devlet merkezli görüşleri geri plana itildi. Çok duygusal, yer yer frenleyemediği fevri duygular taşıyan, kendine güveni gittikçe artan “aklı başında, dinamik, pragmatik bir köy ağasının mentalitesi”ne sahip Menderes, bu tarihten sonra pratik ekonomik yatırım temelli orta-sınıfsal politikaları alabildiğine hayata geçirmeye yönelir. 1957 seçimlerinde, vekil sayısını üç katına çıkartan DP, artan muhalefeti sert bir şekilde frenleme politikaları yürütür. 1958’den sonrası ise, “demokrasinin çığırından çıkma devridir”. Aynı şekilde, Menderes, laiklik konusunda da, meseleyi teorik olarak irdelemeden pragmatik düşünüp; halk evlerinin, köy enstitülerinin milli birlik ve bütünlüğü bozma tehlikesi taşıdığı gerekçesi ile kapatılması ve ezanın Arapça okunması gibi pratik kararlar alıyordu.
1950’li yıllarda ortaya çıkan bazı ana meseleler zamanla genişlemiş, çetrefilleşmiş, yeni boyutlar kazanmış ve bugüne kadar çeşitli şekillerde devam edegelmiştir. Bu nedenle, yakın tarihin, daha yakın tarihini anlamak için bu meseleleri gözönünde bulundurmak elzemdir. Bu cihetten, günümüze ulaşan konular arasından en önemlisi, Karpat’a göre, İttihatçılar tarafından tanımlanmış ve üzeri kapatılmış, DP döneminde ele alınmış ve bugün tekrar ve değişik şekilde tartışılmakta olan “millet” meselesidir. İttihat ve Terakki Partisi döneminde pragmatik bir çare olarak ortaya çıktığı düşüncesinin aksine milliyetçilik, her şeyden önce bir kimlik ve bilinç meselesidir. Osmanlı Devleti’nde çok geniş “Türk” ve “Müslüman” diyebileceğimiz bir nüfus yaşamıştır. Ancak bu nüfusun entelektüel, dinsel, linguistik özellikleri hiçbir zaman tartışma konusu yapılmamıştır, devlet müdahalesi olmaksızın, etnik gruplar arası etkileşim süregelmiştir. “Kültürel Türkleşme” süreci ise, 19. yüzyıl sonunda iyice yaygınlaşır. Öyle ki, Osmanlı devlet bürokrasisi dahi kendini Türk olarak ifade eder. Bununla birlikte bu durumu ırk değil, kitlelere hâkim olan bir üst kimlik olarak değerlendirmek gerekir. İttihat ve Terakki Partisi döneminde, özellikle Balkan Savaşları sırasında, bu kültürel Türkçülük, siyasî Türkçülüğe dönüşür.
Nihayetinde, “Yeni Türkiye” söylemi, içeriğiyle, insanıyla yeni bir Türkiye’yi kastediyor olsa da bu, tarihimizden kopmak anlamına gelmiyor, bir asimilasyon da muhteva etmiyor, aksine yaşamak için gerçekleştirilen bir entegrasyonu ifade ediyor. Kültürel temelde geçmişiyle süreklilik ihtiva eden günümüz Türkiye’sinde, zaman içinde en Büyük değişiklik büyük bir kitlenin ülke ve dünya meseleleriyle ilgilenir hale gelmesi ve böylece yeni ve otantik bir toplum yaratılmasıdır.