Korku ve Yakarışın Menzilleri: Zarifoğlu Sanatının İmkânları
Sanat Araştırmaları Merkezi’nin “Korku ve Yakarışın Menzilleri: Zarifoğlu Sanatının İmkânları” adıyla düzenlendiği Cahit Zarifoğlu paneli iki oturumda gerçekleşti. Panelin “Anlatının Zarif’çesi” başlıklı ve başkanlığını Mustafa Demiray’ın yaptığı ilk oturumunda Zarifoğlu’nun düzyazıları hakkındaki tebliğlere yer verildi. Üç tebliğin sunulduğu birinci oturumun ilk konuşmacısı Sevengül Sönmez, “Yaşamak’ın Kıyısında” başlıklı tebliğinde Zarifoğlu’nun güncesinden yola çıkarak “yaşamak” kavramının onda önemli bir yer tuttuğunu ve şiirlerinde de bazen tecrübeler toplamı bazen deneme-yanılma bazen de sınama şeklinde karşımıza çıktığını söyledi. Sonrasında ise Zarifoğlu’na göre “yaşamak”ı şu sözlerle ifade etti: “Zarifoğlu güncesinde dünya nimetlerine teslim olmayan, olmak istemeyen ama bunların bir kısmından da vazgeçmeyi beceremeyen bir adam olarak kendi ruhunun içtenlikli savaşını dile getiriyor. Bunları anlatırken de yaşamanın bir varolma biçimi olarak ne olduğunu sorgulamaya çalışıyor. Yaşamak, kitabın tüm metni haline geliyor. Çünkü Zarifoğlu yaşamaktan ölmeyi de anlıyor.”
Parçalı kurgusu nedeniyle Yaşamak’ın Türkçenin en orijinal kitaplarından biri olduğunu ifade eden Sönmez, Zarifoğlu’nun bilinçli müdahalesiyle kurgulanmış bir günce olarak, düz, çizgisel ve kronolojik yapının kırılmasıyla metnin parçalı bir hale gelmesi gibi türün diğer örneklerinden oldukça farklı özellikler taşıdığını belirtti. Güncesinde yaşamına dair çok az bilginin bulunduğunu belirtmekle beraber, bir kısmının denemelerden bir kısmının da eleştiri yazılarından oluştuğunu ifade etti. Ayrıca Sönmez, bir durumu anlatmak ve anlamak için kullanmanın dışında olaylara, mekanlara, kişi, kitap ve dergi adlarına da Zarifoğlu’nun güncesinde pek yer vermediğini bildirdi. Konuşmasının sonlarına doğru Zarifoğlu’nun Yaşamak’ta kendilik imgesini kurguladığını, bu kurgu ile klasik günlüklerden farklı bir yöntem seçtiğini, sadece günlüklerden, gün dökümlerinden ve kişisel hayatlardan esinlenmediğini, edebiyatı çevreleyen diğer bütün türlere metnin içinde göz kırptığını ifade etti.
Panel’in ikinci konuşmacısı Bahar Gökpınar, “Zarifnâme’leriyle Bir Kültür Adamının Dünyası” başlıklı tebliğiyle Zarifoğlu’nun mektuplarını diğer metinleri içerisinde konumlandırmaya çalıştı. Gökpınar, mektuplarının genel olarak kişisel dünyasının dış atmosferinde kaldığını, özel ve şahsi mektupların yazarın iç dünyasını tanımak için her zaman okuyucunun daha çok ilgisini çektiğini belirterek, birkaç mektubundan örnekler sundu. Şairin vefatından yirmi üç yıl sonra altmış altı mektubunun basıldığını ifade eden Gökpınar, bunların dışında başka yerlerde yayımlanan birçok mektubun da bulunduğunu fakat daha çok 1974-1984 yılları arasındaki mektuplarının elimizde olduğunu ifade etti. Bazen daktilo bazen de el yazısı ile yazdığı mektuplarının samimi ancak dağınık olduğunu söyledi. Zarifoğlu’nun kaleme aldığı mektupları edebi açıdan da değerlendiren Gökpınar, Abdurrahim Balcıoğlu’na yazdığı 1974 tarihli mektubun hikâye ve kurgu lezzeti verdiğini, ancak diğer mektuplarında böyle edebi bir anlatımın olmadığını ifade etti. Bazı eserleri değerlendirdiği mektuplarda ise, yetişmekte olan edebiyat sevdalıları ile kendi deneyimlediği edebiyat sürecini muhakeme ettiğini belirtti.
Panelin üçüncü konuşmacısı Ümit Aksoy ise “Büyüklere Masallar, Küçüklere Romanlar: Romanlardan Çocuk Hikâyelerine Zarifoğlu’nun Ontolojik Diline Dair Bazı Notlar” başlıklı konuşmasında, özelde Türk romanının, genelde de Türk edebiyatının ne tür problemleri olduğunu ve Zarifoğlu’nun bu problemleri aşmakla ilgili bize ne tür imkânlar sunduğuna değindi. Gerçeklik algısının değişmesi ve bireyciliğin önplana çıkmasıyla romanın bize kıstasları ve değer yargıları farklı bir dünya sunduğunu belirtti.
İlk dönem romanlarında yazma eğiliminin tutkuların ve arzuların içinden geldiğini ifade eden Aksoy, bunun hiçbir zaman ontolojik bir noktaya nüfuz etmediğini ve Türk romanının temel sıkıntısının da bu olduğunu söyledi. Zarifoğlu’nun hem çocuk metinleri hem masalları hem de romanlarının bu anlamda muazzam bir imkân sunduğunu belirterek, metnin içinde duygularla, akılla, ihtiraslarla, karamsarlıkla ve marazilikle ilgili sadece bu dünyaya değil, onun ötesinde başka yerlere de gönderme yaptığını ifade etti. Aksoy, Türk romanının böyle bir niteliği taşımadığını ancak Zarifoğlu’nun bu imkânı beraberinde getirdiğini söyledi.
Zarifoğlu’nun mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde yerel değerlere temas ettiğini ve romanlarında dinî bir yaşayışın görüldüğünü, bunun da iyi temsil edildiğini belirtti. Şiir yazan birinin romanlarındaki anlaşılmazlığın daha yukarıda olduğunu ifade eden Aksoy, bu anlaşılmazlığın ontik olmayan ancak ontolojik bir yerden bizi sarıp sarmalayan bir nokta olduğunu söyleyerek konuşmasını tamamladı.
II. OTURUM: Şiir ve Poetika
Değerlendirme: Reyhan Korkmaz
Cahit Zarifoğlu’nun sanatını tartışmayı amaçlayan panelin ikinci oturumunda Zarifoğlu’nun şiirleri ve poetikası konu edildi.
Başkanlığını Berat Açıl’ın yaptığı “Şiir ve Poetika” başlıklı oturumun ilk konuşmacısı Yalçın Armağan, genel olarak imge ve anlam kavramlarına değindi. Armağan, imge kelimesinin bir edebiyat terimi olarak 1960’lardan sonra kullanılmasının bir rastlantı olmadığını belirtti. İkinci Yeni Şiiri’nin günlük konuşma dilinden farklı bir dille yazıldığını ve bu farkı ifade etme ihtiyacı doğduğundan, imge kavramının kullanıldığını vurguladı; yani İkinci Yeni tarzı, modernist, özerk bir dille şiir yazıldığında imge kullanılmış oluyordu. Bunun karşısında ise, şiirde anlamı önemseyen bir taraf oluştu. 1960 ve sonrasında şiir yazan şairlerin çoğunun imge ve anlam konusuyla ilgilenmek zorunda olduğunu ifade eden Armağan, bu dönemde şiirler yazan Zarifoğlu’nun imge-anlam meselesine dair görüşlerini paylaştı. Armağan’a göre Zarifoğlu’nun şiirleri ve şiir anlayışı iki ayrı dönemde incelenebilir: Modernizm etkisinde kaldığı 1965-1975 arası ilk dönem ve politikadan beslenen şiirler yazdığı 1975-1986 arası ikinci dönem.
Armağan, Zarifoğlu’nun ilk dönem şiir anlayışına dair çeşitli röportajlardan alıntılar yaparak konuşmasına devam etti. Şairin maaş alan bir memur gibi şunu ya da bunu yazması gibi bir gerekliliğin şairi kısıtladığını söyleyen Zarifoğlu’nun, bu açıklamasıyla şiirin kendi için varolması gerektiğini ifade etmiş olduğunu vurguladı. Armağan, kapalı bir şiir yazdığını söyleyerek şiirini sorgulayanlara ise, “Ben de botanikten anlamam” diyerek cevap veren Zarifoğlu’nun, bu şekilde okuyucusundan entelektüel bir sermaye talep ettiğinin de altını çizdi. Edip Cansever’in “Kapalı şiir yoktur, şiire kapalı insan vardır” sözünü hatırlatarak, Zarifoğlu’nun da bu paralelde düşündüğünü belirtti. Bu hatırlatmayla birlikte Armağan, Zarifoğlu ve İkinci Yeni ilişkisine değindi.
Zarifoğlu ısrarlı bir şekilde kendini İkinci Yeni’den ayırmaya çalışmaktadır. Bunun iki nedeni olabilirdi. Birincisi, daha yüzeysel ve basit olan politik neden; ikincisi daha derin olan “kaçınma endişesi”. Birinci neden, görüşleri, amaçları ve yaşantıları kendisinden çok farklı olan bu grupla birlikte anılmak istememesidir. Asıl neden olarak ise, bütün şairlerin, kendilerinden önce yazılan şiiri aşmak, kendini varlığını kanıtlamak çabasında olduğu gerçeği görülmektedir. Bu yüzden Zarifoğlu’nun İkinci Yeni şiirini bir anlamda görmezden geldiği söylenebilir.
Armağan, 1975’ten sonra Zarifoğlu’nun değişen şiir anlayışının nedenlerini söyleşilerinde açıkça dile getirdiğini belirtti. Bir söyleşide “angaje oldum” diyen Zarifoğlu, kendine bir ara formül geliştirmiştir. Bu formülün en önemli noktasını Zarifoğlu, “Çağının insanı olmakla ideolojiyi karıştırmamak gerekir’’ sözleriyle ifade etmiştir. Yalçın Armağan, Müslümanların katledildiği ve çocukların öldürüldüğü bir zamanda yazılan şiirlerin, anlam olarak yere basması gerektiğini savunan Zarifoğlu’nun yine de bu meseleyi böylece kabullenmediğini ifade etti.
Oturumun ikinci konuşmacısı Metin Kaygalak, Zarifoğlu’nun Berdücesi şiirini, Sezai Karakoç’un Mona Rosa ve Cemal Süreya’nın Üvercinka şiiriyle birlikte ele almak gerektiğini söyledi. Berdücesi şiirinin tıpkı Mona Rosa ve Üvercinka gibi bir “yabansılık” üzerine kurulduğunu belirten Kaygalak, Mona Rosa’daki kaybedilmiş kadın, Üvercinka’daki tanımlanamayan kadın ve Berdücesi’ndeki kayıp hatta yok kadın imgeleri üzerinde durdu. Daha sonra “Bu şiirin üç ayrı bölümünde üç ayrı kadın var gibidir” diyerek şiir üzerine incelemesini sundu.
Birinci bölümde anlatılan kara kadının, yani kaybolmuş, delikanlı kucaklarda dolaşan, plastik, inorganik kadının, ikinci bölümde giderek daha tanımlı hale geldiğini, “sen” zamirine bürünerek, sevgiliye yakın bir özneye dönüştüğünü belirtti. Bu noktada okurun çok çabuk bunun bir aşk şiiri okuduğu hissine kapılabildiğini belirten Kaygalak, şiirin ikinci bölümünün ilk kısmında olduğu gibi, şairin, okuru şiirin dışına çıkarıp onu okurun algısındaki işlevselliğe aykırı yerlere sürükleyen bir tarzı olduğunu vurguladı. Üçüncü bölümde ise sen imgesinin çok uzaklara konumlandırıldığını, şairin ulaşılmazlığı kabullenilmiş kıza adeta ulaşmak istemediğini belirtti. Metin Kaygalak şairin, şiirini bu kayıp üzerine kurduğunun farkında olduğunu söyleyerek konuşmasına son verdi.