Osmanlı Edebiyatında Himaye Geleneği Üzerine Düşünceler
Halil İnalcık’ın Şair ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme isimli eseriyle dikkat çektiği hamilik meselesine Tutsan Elini Ben Fakirin: Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği adlı kitabı ve bu konuda yaptığı çalışmalarla katkıda bulunan Tuba Işınsu İsen Durmuş, Klasik Türk Edebiyatı Konuşmaları program dizisinin beşinci konuğu oldu. Akademik çalışmalarını daha çok Osmanlı edebi ürünlerinin kültür tarihine nasıl ve ne gibi bir malzeme sunduğu üzerine yoğunlaştıran Durmuş, “Osmanlı Edebiyatında Himaye Geleneği Üzerine Düşünceler” başlıklı sunumunda Osmanlı’daki himaye geleneği, bu gelenekte hami ve sanatçının konumu ve bu sistemin hami ile sanatçıya ne gibi getirileri olduğundan bahsetti.
Konuşmasının ilk bölümünde “himaye” ve “hami bulma”nın Osmanlı’da neden önemli olduğu üzerinde duran Durmuş, himayenin aslında yazarın meydana getirdiği eseri tanıtma işlevi gördüğünü, eserin ve dolayısıyla müellifin akıbetinin, eserin değerlendirmesini yapacak olan kişiye, yani haminin iltifatına bağlı olduğunu söyledi. Nitekim biyografi kaynaklarının verdiği bilgiler de Osmanlı toplumunda hamisi olmayan sanatçıların ve dolayısıyla eserlerinin çok tanınmadığını göstermektedir. Bununla birlikte bilhassa Cumhuriyet döneminden sonra Osmanlı edebiyatına yapılan ve büyük bir kısmı olumsuz olan eleştirilerden bir tanesi olan “şairler şiirlerini para için yazıyorlardı” düşüncesi de yine hamilik geleneğiyle alakalıdır. Bu gibi eleştiriler karşısında ise objektif bir bakış açısına sahip olmak gerektiğini vurgulayan Durmuş, “para için yazmıyorlardı” demenin de çok doğru bir yaklaşım olmayacağını; zira kaynaklarda tamamen maddi beklentilerle eser veren sanatçılar bulunduğunu da ifade etti. Ancak Osmanlı’daki eser üretiminin tamamen maddi karşılık beklentisiyle de açıklanamayacağını söyleyen Durmuş, bu konuda çok keskin söylemler yerine daha orta bir yol benimsenmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Durmuş’un dikkat çektiği önemli bir nokta da günümüzde sanatçının ürettiği eserin karşılığı olarak telif almasının gayet normal karşılanan bir durum arzederken, Osmanlı döneminde de bunun benzer bir karşılığı olmasının geleneğin bir parçası olduğuydu.
Hamiliğin bir değerlendirme biçimi olduğunu söyleyen Durmuş, bunun yalnızca Osmanlı’ya özgü bir sistem olmayıp hem Doğu’da hem Batı’da benzer değerlendirme biçimlerinin olduğunu sözlerine ekledi. Klasik Türk edebiyatı daha çok saray çevresinde gelişen bir edebiyat olduğu için himaye sistemi de büyük ölçüde saray ve saray çevresi ekseninde yürütülüyordu. Batı’da ise aynı dönemlerde Mozart, Da Vinci, Bach gibi sanatçılar da benzer şekillerde bir himaye sisteminden faydalanıyor, ancak Osmanlı’dan farklı olarak faaliyetlerini ya krala bağlı olarak sürdürüyor ya da dönemin aristokrat aileleri tarafından himaye ediliyorlardı. Durmuş, bu noktada Mediciler gibi hami ailelerinin Osmanlı’da yaygın olmadığını, ancak bugün bilim ve sanat alanında destekleyici tutumlarını gördüğümüz Sabancı ve Koç gibi ailelerle Batı’daki hami ailelerinin ilişkilendirilebileceğinin altını çizdi. Batı’da ve Doğu’da eserin değerlendirilmesi hami tarafından yapılıyor ve bu değerlendirme şekli hamiye göre değişebiliyordu. Öncelikle eseri değerlendirme şekli tamamıyla eserin haminin ilgisine yönelik olup olmamasıyla doğrudan ilintiliydi. Hami, kendisine sunulan eser karşılığında “yüce ihsanlarda” bulunabileceği gibi eseri beğenmeyebilirdi de. Bu noktada önemli olan bir husus da haminin sanatçıya verdiği ihsanın miktarıyla esere dair olan estetik görüşünün dolayısıyla bilgisinin doğru orantılı olmasıdır. Bu da hami ve sanatçı arasındaki ilişkiyi basit bir alışveriş olmaktan uzaklaştırmaktadır. Nitekim hamiliği bir gelenek haline dönüştüren II. Murad’dan itibaren sanatçılara büyük ilgi gösteren Osmanlı sultanları, hem sanatı destekliyor hem de sanat alanında –bilhassa şiirde– eserler veriyorlardı. Sultanların, özellikle de şiir alanında divan sahibi olacak derecede sanatla ilgilendikleri düşünülürse, bu edebiyatta bir sanat üslubunun oluşmasında ve şiirin gelişimi noktasında çok etkili oldukları görülebilir.
Durmuş’un üzerinde durduğu bir diğer konu da Osmanlı’da “şiirin nasıl sunulduğu” meselesiydi. Hamilik ekseninde düşünüldüğünde bunun bir teşrifata dönüşüp dönüşmediği ve şiirin
–bilhassa kaside bağlamında düşünüldüğünde– sultana sunulma zamanının ne olduğu hakkında İsen, her şairin istediği zamanda sultana şiir sunamadığını belirtti. Şiir, bayramlar ve Nevruz dışında padişahın cülusunda, şehzadelerin düğün ve sünnet törenleri gibi zaman dilimlerinde padişaha sunuluyordu. Bununla birlikte sultan kimi zaman da yazılan şiirleri kendisi görmek isteyebiliyordu. Ancak şiir doğrudan padişaha sunulmayıp daha çok bir aracıyla sultana ulaştırılıyordu. Buna örnek olarak Âşık Çelebi tezkiresinde Zâtî’nin padişaha şiirlerini nasıl ulaştırdığını kendi ağzından anlattığı kısımda kullandığı “dönemin şairleri şiirlerimizi toplayıp içeri verdik” ifadesi gösterilebilir. Ayrıca XVI. yüzyılın büyük şairi Bâkî’nin henüz Kanuni’nin çok yakınında olmadığı zamanlarda padişahın bir şiirine yazdığı iki nazireyle birlikte sunduğu mektupta yer alan üçüncü bir kişinin “aracı” olarak mektubu özetlediği ve padişaha sunduğu görülmektedir. Durmuş, bu aracı kişilerin sultana çok yakın kişiler olabileceği gibi sarayda bulunan fakat daha düşük rütbeli kişiler olabileceğini belirtti. Buna ek olarak sultana sunulan şiirlerin her zaman iltifata tabi olmadığının bilinmesinde de fayda var. Zira Osmanlı’da eserin değerini belirleyen kriter hami olduğu için kimi zaman şairin ihsan beklentisiyle sunduğu eseri, haminin beğenmemesi durumunda hiçbir karşılık verilmiyordu. Maddi karşılık verilen şairleri ise bu konuda bize kaynaklık edecek belgeler olan hediye, ruznamçe, icmal, caize, inamat, ehl-i hıref ve atiyye defterlerinden öğreniyoruz. Bu defterler aynı zamanda şiirin nasıl sunulup nasıl karşılık bulduğuna dair de veriler elde edilebileceğimiz kaynaklar arasında yer alıyor.
Osmanlı’daki hamilik geleneği göz önüne alındığında maddi anlamda genelde şairin bir kazanımı olduğu ancak haminin de bu sistemde hem büyük bir prestij kazandığı hem de kendi tebaası gözünde olumlu bir imaja sahip olduğu görülüyor. Sanatçı açısından kazanımlar arasında maddi karşılıklara ek olarak Hz. Muhammed’den gelen bir sünnet olan hilat da bulunuyordu. Bunun yanı sıra Osmanlı toplumundaki padişah algısıyla birlikte düşünülürse sultanın yakınında olma şansı da şiirlerin beğenilmesiyle paraleldi. Genelde padişahların musahiplerinin şairler arasından seçilmesi bu şairler arasında büyük bir rekabet yaratırken bu aynı zamanda şairlere, maddi karşılıkla ölçülemeyecek kıymette bir ödül oluyordu. Hamilik sistemi kültürel anlamda bir dinamik olmakla birlikte ihsanın belli bir miktar ve standardı olmaması sebebiyle şairler arasında çeşitli eşitsizlikleri de beraberinde getirmiş, kimi şairler tarafından sistem eleştirilmiştir. Fuzuli’nin ünlü Şikayetnâme’si sisteme dönük eleştirilerden bir tanesidir. Osmanlı şiirinin mihenk taşlarından biri olan şair, bu eseri alamadığı dokuz akçe için değil sisteme duyduğu kızgınlık sebebiyle yazmıştır.
Durmuş, konuşmasının son bölümünde himaye sisteminin, toplumsal yapı çok farklı olmakla birlikte, bugün de devam eden bir sistem olduğunu ve devlet eliyle sürdürüldüğünü belirtti. Sponsorluk terimi bugünkü anlamda himayenin karşılığıdır ancak yalnızca maddi boyutuyla öne çıkmaktadır. Her ne kadar sponsorluk devlet eliyle yapılıyor olsa da Sabancı, Koç, Ülker ve çeşitli üniversitelerin de sanata ve sanatçıya bazı destekler verdiği görülmektedir. Sanat ve sanatçının desteklenmesinin büyük önemi olduğunu belirten Durmuş, verilen desteklerin kültür sanat anlamında daha da gelişmesini dileyerek konuşmasında sonlandırdı.