Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Mu’âşeret Literatüründe Doğru Davranış Biçimleri
Boğaziçi Üniversitesinde 2012 yılında tamamladığı “The Predicaments of Alla Franca: Visions of Proper Behavior in Late Ottoman Etiquette Literature (Alafranga Halleri: Geç Dönem Osmanlı Âdâb-ı Mu‘âşeret Literatüründe Doğru Davranış Biçimleri)” başlıklı doktora tezini bizlerle paylaşan Fatma Tunç Yaşar, Osmanlı âdâb-ı mu‘âşeret kitaplarının literatürünü çıkarırken 1889-1918 aralığını kendisine konu edinir. Zira özellikle bu dönemde konuya ilişkin çok fazla kitaba rastlanmaktadır ve bu merak da sadece geç Osmanlı için değil dünya genelinde varolan bir eğilimdir; zira on dokuzuncu yüzyıl “medeniyet ve nezaket yüzyılı (age of civility)” olarak adlandırılmaktadır. Bu durum, bir nevi yaşam kurallarını standartlaştırma olarak görülebileceği gibi aslında merkezin ve öznenin muğlak olduğu bir değişim ve dönüşüme ayak uydurma isteğidir de.
Kendisi için kilit kelimelerin değişimve dönüşümolduğunu, batılılaşma ve modernleşme yerine bu kelimeler üzerinden gitmeyi uygun gördüğünü söyleyen Yaşar’a göre her bir yazarın bu durumla yüzleşme, uzlaşma ve de baş etme şekilleri farklı farklıdır. Hem farklılıkları hem de aynılıkları itibariyle kitapları toplumsal, siyasi, kültürel gündeminde ve dünya ölçeğinde tartışmaya açarak Osmanlı entelektüellerinin değişim ve dönüşümden algıladıklarının peşine düşer. Bu kitapların çıkışı, varlığı ve sürekliliğinin ne anlama geldiği ile ilgilenir.
Bu yüzyıla özel âdâb-ı mu‘âşeretkelimesinin etiket kelimesi ile karakterize edildiği görülür. Zamanında ahlâkla birlikte düşünülen etiket, on dokuzuncu yüzyılda sekülerleşip artık sadece kamusal zarafeti tanımlar hale gelmiştir. Bizde ise âdâb, usul anlamında olup edeple ilişki kurulurken, tamlamanın diğer ayağı mu‘âşerethoşça geçinmenin yolları anlamında kullanılır. Tezinin girişinde bu kavramları mukayese ederek, on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sında nasıl algılandığının (sadece görgü kuralı mı yoksa ahlâkla münasebeti kurulmuş mu sorusunun) cevabını aramak üzere yazarları karşılaştıran konuğumuza göre, yazarların bu yabancı literatüre karşı hissiyatlarını dile getirdikleri giriş bölümleri araştırmasının en kıymetli bölümleridir.
Bu kitapların çıkışını değişimin bir sonucu şeklinde okuyanların yanı sıra değişimin aktörü olarak ele alanlar ve yüzleşmesini farklı yaşayarak ikisinin yerine farklı reçeteler sunanlar da vardır. Girişlerini de bu yönde ya literatüre karşı çıkarak, ya takip edelim, öğrenelim ve uygulayalım diyerek ya da tamam öğrenelim ama asla ve de kat’a benimsemeyelim şeklinde bir tavır alarak yazmışlardır.
İncelenen 13 kitaptan dördü benimsememe taraftarıdır ve girişlerinde “alafrangayı niye öğrenmemeliyiz” üzerine odaklanır. Meseleyi tartışmaya bu şekilde açmakla içerikle çeliştiklerini dile getiren Yaşar’a göre, bu durumun izahı şuydu: Evet bir değişim ve dönüşüm vardı ve yeni ilişki biçimleri, yeni eşyalar ve yeni sosyal mekânlar yeni ve doğru davranış biçimleri gerektiriyordu. Bu durumda yazarlar, yabancı, özellikle gene dönemin icabı Fransızca eserleri tercüme ederek (birinin Arapça olması dışında) ya sentez yoluyla ya seçici davranarak ya da uyarlayarak kendi âdâb- ı mu‘âşeret kitaplarını meydana getirirler.
Her yazar kitaplarının giriş bölümlerinde kavrama ilişkin tanımlarını ve hesaplaşmalarını ortaya koyduktan sonra kıyafet ve buna bağlı olarak kimlik, ev içi, mesken ve salon kültürü, salon ve sofra tanzimi, sokak ve sosyal yaşam gibi başlıkları ile devam ederler. Bu kitaplarda genel kabul; yabancılarla temasta evrensel kuralları bilmenin icap ettiği, toplumsal değil ihtiyaca yönelik oldukları, Batı’da ahlâkın olmadığı, kendi kültürünün öncelenmesi ve asıl bu kuralların askeriye ve bürokrasi için geçerli olduğudur. Yaşanılması ve olması gereken değil bilinmesi gereken vurgusu hâkimdir ve “olması gereklidir” şartı için biraz daha vakit vardır.
Yazarların gayet kendilerine güvenli bir tavır sergilediklerinin ve yeni durumlara uyma noktasında gösterdikleri çabanın önemine dikkat çeken konuğumuza göre “uyma”, “kendine uyarlama” kelimeleri de “alma” yerine bu dönem için tercih edilmesi gereken kelimelerden. Sonuçta batılılaşma paradigmasına karşı çıkma yoktur ama istenen terakki merkezli bir değişimdir. Seçici, sentezci, eklektik, pragmatik ve kendi gelenek ve maneviyatına güvenen bir duruş sergiledikleri gibi mahrem olanı korumaya da ayrıca itina gösterirler. İlginçtir ve kolaylıkla “kadının yeri ne zaman olmuştur ki zaten” klişesine varabilecek yorumlara sebebiyet verecek şekilde bu on üç kitabın hiçbirinde Osmanlı kadınına yer verilmez. Bu hakikaten görmezden gelme olarak okunabilir mi? Kadın zaten hayatın içindedir, bu olsa olsa kadını ve aileyi koruma, bir anlamda onun dönüşmesini istememeleri veya bunu nasıl yapacaklarını bilememeleri ile açıklanabilir. Bir de o döneme ait Şehzade Abdülmecit Efendi’nin, Halil Paşa’nın ve de Namık İsmail’in resimleri hatırlanacak olursa kadınlarımızın bu alana bigâne kalmadıkları görülür.
Burada acı olan hayata içkin, yaşama dair doğru davranış kurallarının zamanla eski köye yeni adetlerin girişiyle kitaplardan öğrenilen bir şeye dönüşmesi ve daha sonraki yıllarda hayranlığa dönüşen ilgi ve neticesinde yaşanan özgüven eksikliğinin getirdiği akıl karışıklığıdır. Yoksa siz de hâlâ peçetenizi ve dahi bıçağınızı sofrada nereye yerleştireceğini bilemeyenlerden misiniz?