Mimarlık ve Kimlik
Dizinin üçüncü oturumu “Mimarlık ve Kimlik”te Bülent Tanju, Yüksek Mimar Sedad Hakkı Eldem üzerinden (başka isimler üzerinden de başka başka okumalar yapmanın mümkün olduğunu belirterek) kimlik, dolayısıyla hafıza inşasını ve varabileceği noktaları anlattı. Sedad Hakkı Eldem’in kendi kimliğini arayışının ve kurgulamasının temelinde yatan (gayet anlaşılabilir) aidiyet arzusu, bir noktada ‘vatan’ının da kimlik arayışı ve kurgulamasıyla paralel gider. Fakat ‘vatan’ın aidiyet arzusu ifadesi kulak tırmalayıcı hafiften, tırmalamanın biraz üzerine gidince gerçekten de Sedad Hakkı Eldem’de gördüğümüz köksüzlük duygusunu, henüz kurulma aşamasında olan Türkiye’de de görebiliyoruz. Geçmişi tümden reddeden bir ülke, vatandaşlarını düşünecek ve onlara ait olabilecekleri yeni bir temel atmaya girişecektir. Böyle söyleyince ne kadar masum bir çaba. Fakat baktığımızda ortadaki durum ret bile değil, yoktan var etme; gerçek bir yanılsama.
Sedad Hakkı’nın hiç değilse içerisinde büyüdüğü bir evi, bir ailesi vardı. Henüz kurgulanan Türkiye ise kendinden menkul olma iddiasındaydı. Bu anlamda baktığımızda ise “Mimarlık ve Kimlik” seminerinde gördüğümüz ve anlamaya çalıştığımız Sedad Hakkı Eldem’in bireysel kimlik bulma çabasıyla eşzamanlı inşa ettiği “Türk Evi”, milli kimlik arayışımıza uzatılan ve tabii olarak dört elle sarılınan bir can simidi gibi duruyor. Sedad Hakkı’nın milletine bir “Türk Evi” armağan ederken geçmişten-gelenekten feyz aldığını ve milli kimlik-milli hafıza inşasındaki devlet iddiasını hafiften yaraladığını görmez değiliz; bu, o kadar kusur kadı kızında da olur kabilinden bir yara.
Yine Sedad Hakkı Eldem’in arazlarından (yaralarından mı demeliyiz) birini yeni kimliğimizde de görüyoruz; dil sorunu. Nasıl Sedad Hakkı’nın bildiği diller yarım yarımsa, yoktan var olmaya çalışan Türkiye’nin de kurduğu, konuştuğu dil yarım, yamalak. Dolayısıyla hem Sedad Hakkı (mimaride ve hafızamızda), hem de Türkiye (dilimizde, kimliğimizde, hafızamızda) “tutarlı, bütünlüklü” bir dil kurma çabasına da girişiyor. Dil devrimini, Öz Türkçe çabasını hatırlatmaya bile gerek yok, diyerek hatırlatıyoruz.
Bülent Tanju’nun da dediği gibi “Tutarlı, bütünlüklü bir kimlik hayali arzulayanların, önerenlerin dahi o hayali bir yandan da inşa etmeleri çok da mümkün olmuyor”. Sırf bu bile tek başına umut vaat etmiyor mu? Tıpkı ve yine Sedad Hakkı’da (az da olsa) gördüğümüz sürçmeler, hesaplanamayan çıkıntılar, kırıklıklar, aralıklar ve yarıklarla ‘ortak hafıza’ başka başka, yeniden yeniden yazılıyor.
Sedad Hakkı’nın notlarından değil belki ama çizimlerinden, ürettiklerinden yola çıkarak belki on sene sonra bambaşka okumalarla karşılaşacağız. Bugün bile (cımbızla seçtiğimiz eserler üzerinden) tersinden bir okumayla Sedad Hakkı’nın kimlik-hafıza inşasını ve mimarisini yeniden yazabiliriz. Bu Sedad Hakkı adına iyi bir şey. Peki ya bizim “Bizim” halimiz ne olacak?
“Mimarlık ve Kimlik” konulu seminerin sonlarına doğru Bülent Tanju, Sedad Hakkı Eldem ve sonraki mimarlık hocaları için “Daha da kötüsü bizim hocalarımızın da birer Sedad Hakkı Eldem fotokopisi haline gelmeleriydi aslında. Giderek silikleşen fotokopinin de fotokopisi” diyor ya, silikleşen kopyaların bir gün kaybolacağını düşünerek ümitlenebiliriz. Silinen ve kaybolan kopyaların yerine artık bir asıl gerekiyor, diyorum. Ki işte tıkanılan yer burası. Sanki ta en başa geri dönüyoruz. Asıl-öz arama dolayısıyla kimlik ve hafıza arama kurtarma çabalarına… Bu döngü hep böyle sürüp gidecek gibi gelmiyor mu size de?
Haydi şimdi hafızamızı silmeyi deneyelim ya da ortak hafızadan sıyrılmaya çalışalım. Yeni bir kimlik kurma çabası çıkmayacak mı; ya yeni bir hafıza oluşturma, anılar, anıtlar biriktirme zorunluluğu doğmaması mümkün mü?
Son soru: Medeniyet tasavvur edilmeyecek mi, etmeyelim mi?