Augustine ve İslam Felsefesi: Yeni-Platoncu Benzerlikler ve Farklılıklar (Augustine and Islamic Falsafa: Neo-platonic Convergences and Divergences)
Ortaçağ felsefesinin en önemli problemlerinden biri, çok güçlü bir din ve felsefe kültürüne sahip pagan Yunan düşüncesini tek tanrılı bir kültürle birleştirebilmekti. Bu çaba dâhilinde Yeni-Eflatunculuğun özellikle birlik vurgusu ve sudûr nazariyesi gibi temel öğretileri gerek Hristiyan gerekse de Müslüman filozoflar için vazgeçilemez bir kaynak olmuş, Tanrı-âlem-insan arasındaki bütünlüklü ilişkinin sürdürülebilmesi için önemli bir imkân sağlamıştır. Öncelikle Hristiyan dünyasında Augustin, ardından da İslam filozofları bu Yeni-Eflatuncu kültürü kendi felsefelerine aktarmıştır.
Sunumunu bu aktarımdaki benzerlikler ve farklar üzerine gerçekleştiren Sidiropoulou’ya göre Tanrı-âlem-insan arasındaki bütünlüklü yapıyı bilgi problemi üzerinden ele aldığımızda karşımıza çıkan küllîler problemi farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bu farklı yorumlar da gerek teorik gerekse de pratik hakikate ulaşmada farklılıklar doğurmuştur. Augustin küllîleri Platon’un ideaları gibi insandan bağımsız olan ezelî ve ebedî formlar olarak görmemiş, aksine insanın iç dünyasında kendi aklıyla murakabe ve teemmül ederek ilahî hakikat ve bilgeliğe götüren verili formlar olarak düşünmüştür. Bu bağlamda Platon’un Sofist diyalogunda saydığı “megiste gene”leri yani beş büyük cinsi reddedip mutlak hakikati “Bir” kavramıyla ifade eden Plotinus’tan etkilenmiş, ancak ondan farklı olarak bu hakikatin insanın iç dünyasında verili olan doğal ışığı gösteren küllîleri temaşa ile mümkün olduğunu savunmuştur. Yuhanna İncili’nde Tanrının logos’u olarak temsil edilen Hz. İsa’yla bütünleşmenin ancak insanın kendi içinde barındırdığı Tanrısal ışık olan logosu düşünmesi ve ona itaat etmesiyle yaşanabileceğini belirten Sidiropoulou, küllîlerle mümkün olan bu içsel ışığın ilahî ışıkla birleşerek ilahî aydınlanmanın gerçekleşebileceğini ve kurtuluşun ancak Hz. İsa’yı içsel bir öğretmen şeklinde düşünerek mümkün olabileceğini söyledi. Nesnelerin ancak güneş ışığıyla aydınlatıldığında görülebilmesi mümkün iken kurtuluşun bilgisine giden yol da Tanrının ışığının aydınlatmasıyla mümkündür. Aslında bu ışık içimizdeki doğal ışıktan başkası da değildir.
Plotinus’un sudûr nazariyesinden etkilenen İslam filozofları bu noktada farklı düşünmüşlerdir. Bizi hakikate ulaştıracak küllîlere Tanrıdan sudûr etmiş faal akılla kurulacak ittisalle ulaşılabileceğini, bunun içinse kuvve halindeki nefsin faal akıl tarafında faaliyete geçirilmesi gerektiğini, aksi takdirde bilginin imkânsız olduğunu,çünkü nefsin tek başına faaliyete geçemeyip maddî dünyaya mahkum kalacağını belirtmişlerdir. Özellikle İbn Sînâ, Aristo’nun aktif akıl görüşünden etkilenerek bu sonuçlara varmış, bunları Batlamyuscu kozmolojiyle birleştirip bilginin ancak “vâhibu’s-sûver”, yani form verici olarak adlandırılan ay feleğiyle olan ittisalle mümkün olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla hakiki bilginin yolu insanın iç murakabesi değil, nefsindeki kuvve durumunu faaliyete geçirecek harici bir müdahaleyle mümkündür. Ancak bu yolla hakikatin bilgisine giden orta terimlere ulaşılabilir. Sidiropoulou’nun vurguladığı üzere insan maddi dünyanın nakıs bilgisinden kurtulmak için faal akıl sayesinde küllîlere ulaşarak yükselmeli ve hakikatin bilgisine ermelidir. Ancak Augustin böyle bir yükselmeyi reddetmiş, hakikate bu dünyada ulaşılabileceğini, ancak bunun insanın iç dünyasında verili olan küllîleri temaşasıyla mümkün olduğunu söylemiştir.
Augustin sudûr teorisinin yaratıcı ve yaratılmış arasında ontolojik bir devamlılık varsaydığını ancak bunun Tanrı-âlem-insan ilişkisine zarar verdiğini ve Tanrıyı yarattıklarından keskin biçimde ayırmadığını söyleyerek bu teoriyi eleştirmiştir. Ona göre yaratan ve yaratılan arasında ontolojik bir kopukluk olmalı, bu kopukluk harici bir yükselmeyle değil içsel bir murakabe ve temaşayla giderilmeye çalışılmalıdır. Ancak bu yolla insan ilahi aydınlanmaya mazhar olabilir. Sudûr teorisine göre ruh bu dünyaya düşmüş ve kirlenmiştir. Arınmasının tek yolu geldiği yere yükselmektir, bunun da yolu küllîler yoluyla faal akılla ittisal kurmaktır. Ancak Augustin için ruh kendini bu dünyada da temizleyebilir, arındırabilir. Önemli olan içindeki doğal ışığa yönelmesidir.
Yeni-Eflatuncu gelenekle yüzleşen gerek İslam filozoflarının gerekse de Hristiyan filozofların bu gelenekten ciddi şekilde etkilendiği halde farklı yorum ve sonuçlara ulaştığını belirten Sidiropoulou, Yunan mirasının Ortaçağa nasıl uyumlu bir biçimde aktarıldığı hususunda Yeni-Eflatunculuğun vazgeçilmez bir durak olduğunu, felsefe tarihinin devam eden evrelerinde bu geleneğin ve ondan etkilenen diğer kültürlerin etkisini ciddi biçimde sürdürdüğünü belirterek konuşmasını sonlandırdı.