Balkan Savaşları ve Türk Kimliğinin İnşası

Paylaş:

1912-1913 yılları, Osmanlı ve Balkan tarihinde önemli kırılma noktalarından biri. Bu yıllar belki de uzun yıllar müşterek bir hayatı paylaşmış milletlerin birbirlerinden kopuşunun son merhalesidir. Gerek savaş yıllarında gerek sonrasında yaşanan göç ve mübadelenin beraberinde getirdiği bir insanlık dramına şahit oluyoruz; yerlerinden yurtlarından edilen binlerce insanın dramına. Yine aynı süreçte bir kimlik inşası bunalımıyla karşı karşıya Balkan coğrafyasının insanları; kendi kimliğini inşa ederken kendinden olmayanı ötekileştiren.

Türkiye Araştırmaları Merkezi, yaşanan bu olayların önemine ve günümüzdeki etkilerine ithafen Balkan Savaşları’nın 100. yılı münasebetiyle “Balkan Savaşları ve Türk Kimliğinin İnşası” başlıklı bir panel düzenledi. Bu panelde Balkan Savaşları ve bu savaşların Türk kimliğine etkisi tartışılarak, bu savaşlar esnasında yaşanan sürgün, göç, yoksulluk gibi birçok elim olayın toplumsal hafızamızda yarattığı derin etkilerden bahsedildi, gah tanıklık kavramı üzerinden gah ihanet kavramı üzerinden. Bu paneldeki sunumlar aracılığıyla Balkan Savaşları belli bir neden-sonuç ilişkisinden ziyade o süreçte yaşananların eleştirel bir süzgeçten geçirilerek, geçmişi anlama bugünü yorumlamanın izi sürüldü.

Fatma Sel Turhan’ın oturum başkanlığını yaptığı bu panelde ilk konuşmacı Selim Karlıtekin, “Tanıklık ve Türk’ün Dilleri: Balkan Savaşları’nı Şiddetle Düşünmek” başlıklı bir bildiri sundu. Karlıtekin, konuşmasını döneme tanıklık eden Ahmet Cevat Emre ve eseri Kırmızı Siyahüzerinden değerlendirdi. Ahmet Cevat’ın kitabı tanıklıkların, şiirlerin, imgelerin bir montajı olmakla beraber kitabın her satırı Balkan Savaşları’nda varolmayan, izi kalmamış bir geçmişe işaret etmesi bakımından önem taşımaktadır. Zira bu metin, katliamlarla ilgili 12 rapordan müteşekkil Osmanlı’da tanıklık meselesinin tartışıldığı ilk metin olma özelliğini taşımaktadır. Bu noktada Karlıtekin, Ahmet Cevat’ın tanıklığı üzerinden kişinin kendi tecrübesine tanıklık etmesinin ne demek olduğunu sorgulamaktadır. Kendi ifadesiyle “kitabın anlattıklarından çok, kitabın dünyada elediklerini konuşmak”tan yanadır. Osmanlı’da tanıklık ilk defa Balkan Savaşları’nda görüldüğü için Karlıtekin bu savaşları şiddetle düşünmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Nitekim, bu savaşlarla beraber tanığın sesi de duyulmaya başlıyor. Bu ses Osmanlı’da ekseriyetle susturucu bir politikanın hüküm sürdüğü dönemin ardından Balkan Savaşları’nda tüm şiddetiyle tecrübesini aktardığı, kamuda ve gazetelerde paylaşıldığı yepyeni bir dönemin varlığına da işaret etmektedir.

Balkan Savaşları bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin yenilgisiyle sonuçlanır ve bu yenilgi basit bir yenilgi olmanın ötesinde devamında önemli sonuçları da beraberinde getiren bir savaştır: Bunlardan en önemlisi Osmanlılık, İslamcılık akımlarının son ümidini de kaybettiği bir olay olmasıdır. Osmanlı’yı ayakta tutacağı düşünülerek sıkıca sarınılan Osmanlılık fikrinin Arnavutluk’un bağımsızlığına kavuşmasıyla birleştirici etkisinin artık kalmadığı görülmüştür bu savaşlarla. O yüzden Balkan Savaşları ayrıca Türkçülük akımının, Türk olma bilincinin sesini yükselttiği bir dönemin ortaya çıkışını da doğurmuştur. Bu bağlamda Karlıtekin, Balkan Savaşları’yla Türk’ün nasıl görünür hale geldiğini anlatırken dönemin yazarlarının bu olaya iki açıdan yaklaştıklarını belirmektedir: Bir taraftan felaketin yası tutulurken, diğer taraftan bu durum insanları hakikatlerine yani kendi oldukları Türk olma bilincine uyandırmıştır. Diğer bir ifadeyle Balkan Savaşları bir nevi uyanıştır Türk kimliği açısından.

Ahmet Cevat’a göre Balkanlarda Müslümanlar telef olmuştur. Bu nedenle artık Müslüman, insanlığını kaybetmiştir. Bu halden kurtulmak içinse eski kimliklere geri dönülemez. Bu algı ile Türklük, kendini algılama biçimi şekline indirgeniyor. Balkan Savaşları’nda yaşanan tecavüz, yaralanma, yağma ve katliamlar, aslında bunların hepsi, Türk dünyasını oluşturur. Tüm bu izler aslında muhacirleri de cemaat kılan bir nitelik taşımaktadır. Bu bağlamda Karlıtekin’e göre Türk, bu yaralı bedenleri birarada tutan bir isimdir. Ne bir kavram ne de bir olgudur. İşte tam bu noktada Ahmet Cevat’ın eseri Balkan Savaşları’nın mağdurluğundan Türk’ün yaratılmasına giden yolda bir köprü görevi görmüştür.

Panelin ikinci konuşmacısı “Balkan Savaşları’nda Arnavut ‘İhaneti’ne Türk Ulusçuluğunun Şaşı Bakışı: Osmanlılık, Müslümanlık, Türklük ve Hipokrasi” başlıklı bir bildiri sunan Bülent Bilmez idi. Balkan Savaşları sırasında ve sonucunda yaşananlar dönemin aydınları tarafından sorgulanmış, Balkan Savaşı felaketine neyin sebep olduğu sorusu dönemin zihnini epeyce meşgul etmiştir. Bilmez’e göre bu felaketin sebebine verilen cevapların ortak paydası Arnavutlar, daha doğrusu Arnavut ihanetidir. Bilmez’in konuşmasında ısrarla durduğu konu bu ihanet meselesidir. Burada, ihanet kavramının muğlaklığına dikkat çeker Bilmez. İhanetin en açık göstergesi, arkadan vurma olarak görülen, 28 Kasım 1912’de Arnavutluk’un bağımsızlığını kazanmasıdır. Bir diğer ihanet tarzı bazı Arnavut askerlerinin cephede karşı orduya geçmeleri ile halkın çarpışmalar sırasında Osmanlı ordusuna yardım etmemesi, sırt çevirmeleridir. Bilmez, Arnavut ihaneti üzerinden Osmanlılık, Müslümanlık, Türkçülük akımlarının ne kadar iç içe geçtiğini ve bu zaviyeden kimin kime ihanet ettiği sorusunun ne kadar belirsiz bir hal aldığını göstermeye çalışır. Örneğin, Arnavutların bağımsızlığını kazanması bir ihanet olarak görülürken Osmanlı Devleti’nin varlığına son veren Cumhuriyete dayalı bağımsız bir devlet kurma çabaları pozitif bir girişim olarak yorumlanır. Bilmez’e göre, bu bakış açısında bir şaşılık vardır ve bu şaşılık beraberinde hipokrasiyi, yani çifte standardı doğurur. Türk ulusçuluğu, şaşı bakışlı, içinde hipokrasiyi barındıran bir anlayıştır.

Ayhan Aktar “1912-1922 On Yıllık Savaş ve Osmanlılığın Tasfiyesi” başlıklı bildirisi ile panelin son konuşmacısı idi. Aktar konuşmasının bütününde eleştirel bir gözle Osmanlılığın tasfiyesini, bu konuda bazı bilinenlerin eksik olduğunu göstermeye çalıştı. Aktar’a göre 1912 Balkan Savaşları’ndan sonra bir Osmanlılık düşüncesinden bahsetmek zorlaşır; fakat yine de bu, yara almasına rağmen bir kabuk olarak varlığını sürdürmüştür. Zira birtakım dirençlerle karşılaşmak sözkonusudur o dönemlerde. Bu bağlamda Osmanlılığın tasfiyesi bir anda olmamıştır. Yani Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlılık bitti, Türkçülük başladı gibi ifadelerin yanlışlığına dikkat çeken Aktar, tasfiyenin aşama aşama gerçekleştiğini ileri sürmektedir. 1914’ten itibaren İttihat Terakki Cemiyeti’nin uyguladıkları politikalara bakıldığında Türkçülükle bağdaşmayan faaliyetler içerdiği görülür Aktar’a göre. İttihat Terakki Cemiyeti mensupları Türkçü ancak kitleye ulaşmak için Türkçülüğün tek başına kâr etmediğinin, Müslüman mahallelerinden geçmek zorunda olduklarının farkındadırlar. Dolayısıyla bu süreçlerin, fikirlerin içiçeliğinden söz edilebilir ancak. Kitlesel anlamda milliyetçilik düşüncesi ise 1912-1913 Balkan Savaşları’yla yoğun bir şekilde gündeme gelir.

Son derece verimli ve ufuk açıcı geçen panel, dinleyicilerin soruları ve bunlara verilen cevaplarla sona erdi.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir