Hurûfî Metinlerinin Klasik Türk Edebiyatı Tarihine Katkısı
Vahdet-i vücud felsefesinin harfler üzerinden yorumlandığı mistik ve felsefi bir akım olarak tanımlayabileceğimiz hurûfiliği, sahadaki çalışmalarıyla tanınan Doç. Dr. Fatih Usluer’den dinledik. Usluer, toplantının ilk kısmında hurûfiliği tarihsel gelişimi ve temel özellikleriyle ele aldı, ikinci kısımda ise klasik Türk edebiyatında hurûfî olarak bilinen ya da hurûfilikten etkilenen şairler üzerine bir değerlendirmede bulundu. Hurûfilik, Fazlullah Estarabadî (ö. 1394) tarafından on dördüncü yüzyılda İran’da kurulmuş, izleri on yedinci yüzyıla kadar Anadolu ve Balkanlar’da takip edilebilen mistik ve felsefi bir akımdır. Fazlullah bir derviş grubundan duyduğu Mevlânâ’nın ölüm temalı beyti üzerine tasavvuf yoluna girmiş ve 17 yaşından itibaren pek çok yere seyahatlerde bulunmuş biridir. Bu seyahatler sırasında Fazlullah, rüyalarında Hz. İsa, Hz. Süleyman, Hz. Muhammed, Hz. İbrahim gibi peygamberleri görmüş, gördüğü rüyalar neticesinde kendisine rüya tabir etme ilmi ve harflerin sırları verilmiştir.
Câvidânnâme, Muhabbetnâme, Arşnâme, Fazlullah’ın bilinen en temel eserleridir. Aliyyu’l-A‘lâ, Seyyid Nesimî, Mir Şerif, Emir Gıyaseddin ise Fazlullah’ın öğrencilerinin en önemlilerindendir. Fazlullah ve öğrencileri eserlerini Farsça kaleme alırlar ve bu ilk eserler hurûfiliğin temel felsefesini dile getirir. Seyyid Nesimî, Türkçe yazan ilk hurûfî olma özelliği ile akım içinde ayrı bir yer teşkil eder. Hurûfiliğin ortaya çıktığı bu dönem 50 yıllık bir süreci kapsar ve bu süreç İran coğrafyasında geçer. Timur’un oğlu Miranşah yönetiminin isteğiyle Fazlullah’ın öldürülmesinin ardından hurûfilerin isyan etmesi ve baskılar sebebiyle hurûfiliğin Anadolu’ya geçtiği görülmüştür. On beşinci yüzyıla gelindiğinde Nesimî’nin irşad için Anadolu’ya gönderdiği öğrencisi Refiî’yi görmekteyiz. Baştan sona hurûfiliği anlatan Refiî, Beşaretnâmeisimli mesnevisini Türkçe olarak kaleme almıştır. Refiî’nin Preveze’de vefat etmesi hurûfilerin tebliğ için henüz fethedilmemiş topraklara bile gittiklerinin göstergesidir. Yine bu yüzyılda Abdülmecid bin Ferişte Fazlullah’ın mensur eserlerini Türkçeye çevirir, bu eserler temel hurûfilik argümanlarını barındıran Türkçe eserler olmaları sebebiyle oldukça önemlidir. Bu yüzyıldan sonra hurûfilik Balkanlar’da gelişim gösterir. Arşî, Muhitî, Misalî (Gül Baba), Viranî Abdal gibi müridler Balkanlar’da yaşamıştır. Usluer’in ifadesine göre Hurûfilik pek çok tarikatı etkilemiş; ancak daha çok Bektaşiler tarafından sahiplenilmiştir, eldeki hurûfî yazmalarının çoğunluğunun Balkanlar’da Bektaşiler tarafından istinsah edilmiş olması ve bu yüzden Balkanlar’da yetişen divan şairlerinin eserlerinde hurûfilik izlerinin görülmesi tesadüf değildir.
Usluer, Fazlullah’ın kurduğu sistemde varlık ve harfler arasındaki ilişkinin 3 temel boyutu olduğunu belirtti. Buna göre öncelikle bir şey Allah’ın kelamıyla (kün) var oluyorsa varlıkla harfler arasında bir temas olmalıdır. İkinci olarak isim-müsemma ilişkisi (varlığı isimle tanımlarız) gelir. Son boyutta varlıklardaki gizli harfler/seslerdir. (Cansız varlıklar bilkuvve, canlı varlıklar ise bilfiil olarak seslere sahiptirler.)
Öyleyse bu üç temel boyut sırasıyla şu üç anlama gelmektedir: Varlık harflerle yaratıldı. Varlığın ismi var, varlık harflerden oluşuyor. Varlık içinde harfleri barındırıyor.
Konuşma bilgisi ya da esmâ-yı küllün Hz. Adem’e öğretilmesiyle 32 harf ya da 28 harf sadece tam olarak insanda tecelli etmiştir ve varlıklar içinde bütün sesleri telaffuz edebilen tek varlık insandır. Onun eşref-i mahlukâtoluşu da işte bu yüzdendir. Yaratıcının insan suretinde olduğu inancına da sahip olan Hurûfilere göre insanda zuhur eden suret Allah’ın suretiyse insanın önemi bir kat daha artmış olur.
İnsan, yüzündeki 7 hatla doğar (1 saç, 4 kirpik, 2 kaş). Bu her bir hat da anasır-ı erbaadan oluştuğu için aslında insan 28 hatla doğmuştur. Daha sonra erkeklerde ortaya çıkan 7 ebî hat, insan başındaki 7 delik, ağızdaki dişler, parmaklardaki boğumlar, vücuttaki kemik, kas, damar sayıları, 6 yön hurûfilerce Allah’ın kelâmıyla insanda zuhur edişinin göstergeleridir, diğer bir deyişle Allah’ı müşahede etmenin yollarıdır.
Sunumunun bu kısmında Nesimî, Refiî, Misalî, Arşî, Muhitî, Viranî Abdal, Penahî gibi ilk dönem hurûfilerinin mesnevi formunda eserler vererek ciddi bir hurûfilik propagandası yaptıklarını söyleyen Usluer, bazı şairlerin ise hurûfilikten etkilendiğini kimi şiirlerinde hurûfî temalarını kullandıkları ekledi. Ve bundan sonraki kısmında Abdülbaki Gölpınarlı’nın Hurûfîlik Metinleri Kataloğu’nda hurûfî olarak gösterdiği bazı şairler üzerine değerlendirmede bulundu.
Gölpınarlı’nın hurûfî olarak gösterdiği şairler arasında Yenice Vardarlı Hayretî, Ruhî-i Bağdadî ve Müverrih Âlî (Gelibolulu Âlî ) de bulunmaktadır. Usluer bu şairlerin divanlarını tarayarak gösterdiği örneklerle bu şairlerin hurûfî olup olamayacaklarını tartıştı. Gelibolulu Âlî’nin hurûfî olduğuna dair büyük alametler olmadığını belirten Usluer Bektaşilere yakınlığının bilindiğini ve hurûfilikten kısmen etkilendiğinin doğru olduğunu; ancak divanında sadece 5 yerde hurûfilik alâmeti bulunduğunu, bunların da hurûfî olması için çok yeterli sebepler olmadığını dile getirdi. Bunun yanında Yenice Vardarlı Hayretî’nin divanında daha fazla hurûfi etkiler olduğu söylenebilir. Gölpınarlı Usulî’yi hurûfî olarak anmaz; ama Usluer en fazla etkinin onun şiirinde olduğunu, ancak etkilenen şairleri hurûfi kabul etmenin yanlış olacağını ifade etti.
Katkılar ve sorularla zenginleşen konuşmada divan şiirinde karşılaşılan harf sembolizasyonlarının ne kadar Hurûfîce olup olmadıkları ve motiflerin şiire ne zaman girmiş olabileceği gibi konuların önemi bir kez daha öne çıkmış oldu. Hurûfî şairlerin ya da bu akımın izlerini gördüğümüz şairlerin üslubunda belirgin bir özellik olup olmadığı üzerine gelen bir soruya cevap olarak çok cesurca ifadeler kullandıklarını, tasavvufî coşkuyu iyi yansıttıklarını; ancak bunun vahdet-i vücudu sindirmiş olmalarından kaynaklandığının düşünülebileceğini dile getiren Usluer konuşmasında sözkonusu metinlerle ilgili yapmakta olduğu çalışmalardan da bahsetti.