Bir Yazmanın Sergüzeştini Nüshalardan Okumak
Eski eserlerin neşrindeki amaç “müellif nüshasına en yakın olan nüshayı ortaya çıkarabilmek” olarak belirlenmiştir. Hal böyle olunca bir esere ait çeşitli nüshalar da pek çok açıdan adeta bir “sıhhat testi”ne tabi tutulurlar ve bunun sonucuna göre hükümler verilir. Edebiyat tarihçisi Agâh Sırrı Levend’in 1955 yılında Belleten’de yayınladığı “Âşık Paşa’ya Atfedilen İki Eser” başlıklı makalesiyle verdiği hükümlerin muhtelif karışıklıklara yol açacağını tahmin etmiyordu herhalde.
Anadolu’daki Türk edebiyatının gelişiminde büyük katkıları bulunan ve Garibnâmeadıyla edebiyat ve kültür dünyamızın en hacimli eserlerinden birini kazandıran Âşık Paşa’nın bir de Sema Risalesi bulunmaktadır. Prof. Dr. Fatih Köksal bu eserin yazma nüshaları arasındaki farklarının gerek dil tarihi gerekse metni doğru anlamak açısından ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Bunun için bilinçli olarak düz yazı seçtiğini vurgulayan Köksal, manzum eserlerde vezin ve kafiye gibi hususlardan dolayı nüsha farklarının çok olmadığını söyledi.
Agâh Sırrı Levend adı geçen makalede, eserin içinde geçen “Âşık” kelimesinin mahlas olamayacağını, Âşık Paşa’nın müteşeyyi bir dindar olduğunu ve doğrudan mutasavvıfları ilgilendiren bir konuda, yani sema üzerinde bir risale yazmasının zor olduğunu ve eserde her ne kadar bazı arkaik kelimeler varsa da bunların eseri o döneme ait kılacak kadar etkili olmadığı şeklinde deliller sunarak eserin Âşık Paşa’ya ait olmadığını belirtmiştir. Fatih Köksal ise “Âşık” kelimesinin geçtiği yerde bunun cins isim anlamını yüklemenin mümkün olmadığını, Garibnâme’nin başında semâyı öven beyitlerin olduğunu ve bunların içeriğiyle risalenin içeriğinin örtüştüğünü söyledi. Levend’in üçüncü dayanak noktası olan dil meselesiyse sunumun asıl konusuydu. Köksal, Levend’in bu hükmü verirken risalenin en geç tarihli, yani on yedinci yüzyıla ait nüshasını gördüğünü ve ona göre hüküm verdiğini belirtti.
Risalenin on beş, on altı ve on yedinci yüzyıllara ait 3 nüshasının bulunduğunu söyleyen Köksal çeşitli örnekler üzerinde karşılaştırmalı olarak müstensihlerin nüshalar üzerinde nasıl tasarruflarda bulunduğunu gösterdi. Örneğin bugün “kendini” şeklinde kullandığımız kelime on beşinci yüzyıla tarihlenen nüshada “kendözünü”, on altı ve on yedinci yüzyıllara tarihlenen iki nüshada son dönem Osmanlı Türkçesi imlasına yakın bir şekilde “kendüyi” olarak yazılmıştır. Yine on beşinci yüzyıla ait nüshada “Nitekim Kur’an eydür” şeklinde geçen ifade on altıncı yüzyıla ait nüshada “Nitekim Kur’an haber verür”, on yedinci yüzyıla ait nüshadaysa “Nitekim Kur’an’da buyurur” şeklinde geçmektedir. Yani müstensih metnin okuyucu tarafından daha iyi anlaşılması için kendi döneminde kullanımdan düşen –ya da düştüğünü düşündüğü– kelimelerin yerine kullanımda olanları koymuştur.
Fatih Köksal, müstensihin on yedinci yüzyıl tarihli nüshada çok sayıda tasarrufta bulunduğunu, metnin dilini ve imlasını kendi dönemindeki kullanıma yaklaştırdığını söyledi. Bir tek nüshasını gördüğümüz bir eserle ilgili –şayet elde müellif nüshası yoksa– yargılara varmanın ne kadar aldatıcı olduğunu ve eğer Agâh Sırrı Levend’in erken tarihli nüshaları görseydi elbette başka bir şekilde düşüneceğini belirtti. Köksal, soru cevap faslından sonra genç araştırmacıları bu konuda çok dikkatli olmaları hususunda bir uyarıyla konuşmasını sonlandırdı.