Türkiye’de Sosyal Bilimler Alanında Sınıf İncelemelerini Haritalandırmak
Pamukkale Üniversitesi’nden Yrd. Doç Dr. Güney Çeğin’e göre, Türkiye’de çok gelişmiş ve ekol yaratmış bir sınıf kuramı yok. Cumhuriyetin kuruluşundan 2000’li yıllara kadar sınıf analizlerinin nasıl ele alındığına dair ana güzergâhları özetleyen Çeğin, entelektüellerin Türkiye’nin sınıfsal yapısını dört hat üzerinden incelediğini aktardı. Bu hatları (i)Marksist: Kendi içinde siyaset, iktisat üzerinden yazanlar ve sosyolojik olarak yazanlar, (ii)Weberyan: Şerif Mardin ve geleneği, (iii)Kendine özgülük dinamiği üzerinden açıklamaya çalışan özgücü sınıf kavrayışları ve (iv)Sınıfı 80 sonrası farklılaşma üzerinden ele alıp, toplumsal cinsiyet, direniş stratejileri üzerinden okuyanlar olarak zikretti.
Sınıf analizlerinin niçin gözden düştüğüne de değinen Çeğin, bu yöntemin gerek Marksizmle özdeşleştirilmesinden gerekse Marksizmin yaşadığı bunalımdan, kapitalist rasyonalitenin ideolojik itibarsızlaştırmasından, kendi akademik ve düşünsel serüvenimiz gibi unsurlardan bahsetti. Sınıf meselesinin ele alınışının tarihsel arkaplanına da atıf yapan Çeğin, Ziya Gökalp’in açtığı sosyoloji kürsüsünün sosyolojik analizler için bir milat sayılabileceğini belirtti. Çeğin’e göre sosyolojimizin ilk döneminde Osmanlı sosyal tarihinde sınıfsallığın neredeyse hiç tartışılmadığı ve sınıf çalışmalarının prematüre doğması bir vakıadır. Daha sonra sanayisi zayıf olan bir hızlı modernleşme süreci gelmiş, ulusal kalkınma ve sermaye birikimi sürecinde sınıfsal bir çatışma değil, ana karakteri dine ve etnik kökene bağlı bir çatışma görülmüştür. Kalkınma sürecinde emeğin rolü değil, yaratılmaya çalışılan milli burjuvanın rolü artırılmaya çalışılmıştır. Topyekun kalkınmayı hedefleyen milliyetçi bakış açısı sınıfsal tartışmanın kendisini muğlaklaştırmış ve “Sınıfsız imtiyazsız, kaynaşmış Türk toplumu” sloganının zihinlerde oluşturarak, çatışmasız tarih mitini Türk tarih tezi ile birleştirmiştir. Kadro Hareketi de bu kanıyı güçlendirmiştir. Kemalist dönemde “Sınıf yoktur” tezi benimsenmeye çalışılmış; ama bu dönemde sınıfa dikkat çeken iki figür göze çarpmıştır: Şefik Hüsnü’nün 1921-25 arasında Aydınlık Dergisi’nde çıkan yazıları ve Hikmet Kıvılcımlı’nın 1935 tarihli Marksizm Bibliotek’i serisi. Ayrıca 1933 yılında Almanya ve Avusturya’dan kaçan akademisyenlerin Türkiye’ye gelmesinin çok önemli olduğunu belirten Çeğin, Gerhard Kessler ve Alexander Rustow ile ilk sosyolojik monografi ve coğrafi mahalle etütlerinin yapıldığını söyledi. Bu şahısların ilk kez düşünsel tartışmalardan çıkıp toplumsal realiteye uzandığını ve 1930’lardan sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin öne çıktığını ve Behice Boran, Pertev Nail Boratav, Muzaffer Şerif gibi hocaların artık Durkheimcı sosyolojinin dışına çıkılmasının gerekliliğini ilan ettikleri ve bu kıpırdanmanın 1948’deki üniversite tasfiyesi ile sessizliğe gömüldüğünü zikretti.
1950’lerden sonra demografik değişimin birçok şeyi değiştirdiğini ve bu dönemin sosyal bilimlerin sessiz yılları olarak tanımlanabileceğini ifade eden Çeğin, ODTÜ ve Boğaziçi’nde sosyoloji bölümlerinin kurulmasının sosyal bilimlere 1960’larda önemli bir ivme kazandırdığını, Boğaziçi’nde Şerif Mardin’in ODTÜ’de Mübeccel Kıray’ın Weberyan geleneğin bir ekol oluşturduğundan bahsetti. Ekonomik politiği ihmal etmeden ampirik araştırmalara, kent mekanlarında ortaya çıkan yeni sınıfsal konumlara odaklanıldığını, bölgesel eşitsizliklere odaklanan Mübeccel Kıray, İlhan Tekeli, Önder Şenyapılı, Korkut Boratav, Bahattin Akşit gibi önemli isimlerin özellikle kırsal kalkınma, kentlerden marjinal kesimlerin oluşumu gibi çalışmalarının göze çarptığı tespitini yaptı. Turan Yazgı’nın 1968’deki çalışması ve 1969’da Oya Sencer’in Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşuadlı doktora tezinin 1968-69 yılları için sınıf çalışmalarının öncüsü olduğunu, Şerif Mardin geleneğinin ise rotasını Batı’ya çevirmesine rağmen Batılı olmayan bir toplumun neden modernleşemediğine odaklandığını, akademi alanında sınıf çalışmalarının Türkiye’de solun hareketlenmeye başladığı yıllara denk geldiğini vurguladı. Bu minvalde siyaset ile akademiyi ayrıştırmanın mümkün olmadığını da özellikle belirtti.
Çeğin’in tasnifine göre, 1967-69 arasında Marksist ve Weberyan hattın dışında özgücü dediği bir hat daha ortaya çıkmıştır Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı, Mehmet Ali Aybar, Doğan Avcıoğlu, Sencer Divitçioğlu ve Dünya Sistemcileri yani Çağlar Keyder ve arkadaşları bu gruba dâhildir. Fakat bu bereketli tartışma, konumu gereği çok hızlı politikleştiği için bu özgücü tartışmalar rafa kaldırılmıştır. Özgücüler temelde Türkiye’ye özgü bir sınıf şeması çizmeye çalışmışlardır. Kemal Tahir Yorgun Savaşçı’da uzun uzun Osmanlı’nın neden feodal olamayacağını anlatmış, Devlet Ana’da da “kerim devlet” anlayışını geliştirmiş ve bu devlette sınıfsal sömürünün olmadığını ve feodal sistemle mukayese edilemeyeceğini iddia etmiştir. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre Osmanlı şark feodalitesi iken Bizans’ı fethedince evrensel imparatorluk olmuş, dirlik düzeni bozulunca da ikinci feodalite yaşanmıştır. Grundrisse’yi okuduktan sonra tezlerinden vazgeçip o da ATÜT fikrine gelmiş, Mehmet Ali Aybar Osmanlı ile Avrupa’nın gelişim çizgisinin farklı olduğunu ve burada padişahın sınırsız buyurma gücü ve kamu hizmeti gören bir kuruluş olması nedeniyle Osmanlı’da sınıf rejiminin devlete sahip olanlarla olmayanlar arasında kurulduğunu öne sürmüştür. Doğan Avcıoğlu’na göreyse sömürgeleşen Osmanlı devlet yapısı komprador burjuvazi yoluyla taşınmıştır. O nedenle emperyalizmin ajanlarını tasfiye edecek milli burjuvaziye dayanan milli demokratik devrime ihtiyaç hasıl olmuştur. ATÜT’ü en fazla karakterize eden kişinin Sencer Divitçioğlu olduğu 1970’lerden sonra Dünya Sistem teorilerinin ortaya çıktığını, Huricihan İslamoğlu ve Çağlar Keyder’in önplana çıktığı ayrıca vurgulanmıştır.
Çeğin, özgücülerin genel karakteristiğini şu cümlelerle özetledi. (i)Tartışma Stalinist beş aşamacılara karşı geliştirilmiş ve çok hızlı tüketilmiştir. (ii)Avrupa merkezci Doğu devleti modelini sürdürmüşlerdir. (iii)Özgücülerin hepsi Marksist olmakla beraber devlet analizinde milliyetçi devlet fikrini mutlaklaştırarak devleti tarihsizleştirmişlerdir. 1980 sonrasında sınıfı ikame eden birtakım kavramlar önplana çıkmış yoksulluk, kalkınma, sivil toplum ve küçük grup, kültürel aidiyetler gibi mikro kategoriler devreye sokulmuş, cinsiyet, mekân değişimi, rant dağılımı gibi yeni sorunlar dikkat çekmeye başlamıştır. Çeğin, tüm bu sosyolojik çalışmaların yanında bir de iktisat alanındaki çalışmaların olduğunu, siyaset biliminin işçi sınıfının öznelliğine inandığını, iktisadi çalışmaların ise nesnelliğine inandığının altını çizdi. Neticede Çeğin’e göre sınıf analizlerinde en temel iki hat vardır. Bir tarafta içinde yaşadığımız toplumun kapitalist toplum olduğunu ve sınıf analizleriyle çalışmamız gerektiğini düşünenler, diğer tarafta ise sınıf meselesinin on dokuzuncu yüzyılın bir soyutlaması olduğunu iddia edenler. Çeğin, bu iki yaklaşımın arasında büyük bir epistemolojik mesafenin var olduğunu belirttikten sonra sunumunu sonlandırdı.