Soğuk Savaş Dönemi Türkiye’sinde Entelektüeller
Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği “Entelektüeller” toplantı dizisinin beşinci oturumunda Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden Doç. Dr. Yüksel Taşkın ile Soğuk Savaş döneminde Türkiye’deki entelektüellerin rolü üzerine bir toplantı gerçekleştirildi.
Varoluşsal bir durumun getirdiği güçlükten kaynaklanan tanım zorluğu, entelektüel gibi bir tipoloji hakkında tanım yapmamızı güçleştirmektedir. Entelektüele dair yapılan tanımların normatif bir mahiyet arz ettiğini ifade eden Taşkın, kavrama atfedilen teorik ön kabullerin pratikte bir çelişki yaşamasının kaçınılmaz olduğunu düşünmektedir. Türkiye’de kullanılmakta olan münevver, aydın gibi sıfatların yeteri derecede açıklayıcı olmadığını düşünen Taşkın, kavramın romantik yorumunun elverişli bir kavramsal çerçeveye sahip olduğunu ifade etti. Bu perspektiften hareketle entelektüel; ahlaki bir zeminden hareket eden ve iktidarla olan ilişkilerinde belirli bir mesafeyi koruyan kişidir. Diyojen’in İskender’e söylediği varsayılan “Gölge etme başka ihsan istemez” sözü Taşkın’a göre entelektüel kişiliğin nasıl olması gerektiğini özetleyen bir cümledir.
Türkiye’deki entelektüel ortamın devletten bağımsız bir alanda teşekkül etmediğini söyleyen Taşkın, entelektüel kimliğinin de bu politik zeminde şekillendiğini savunmaktadır. Machiavelli’nin “İyi bir lider hem devleti hem de toplumu sıfırdan yaratmalıdır” sözünün Türkiye’nin sosyo-politik yaşamına derinden tesir ettiğini söyleyen Taşkın, entelektüellerin bu topraklar özelinde, Machiavelli’den mülhem modernist felsefeye uygun bir işlev icra ettiğini düşünmektedir. kültürün devletleştirilmesi siyaseti üzerinden modernleştirme rolünü üstlenen entelektüeller, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaratılmak istenen yeni insan modelinin oluşturulmasında önemli bir görev üstlenmişlerdir. Entelektüelin siyasi iktidarla hemhâl olduğu Cumhuriyet döneminde bu grup, kültürün devletleştirilmesinde başat aktör olmuş, siyasi iktidarla da arasına mesafe koymamıştır. 1930’lu yıllardaki sürecin kültür inşası olarak kavramsallaştırıldığında meselenin daha iyi analiz edilebileceğine inanan Taşkın, entelektüellerin bu dönemde yaratılmak istenen sistemin inşasında –siyasi yelpazenin farklı noktalarında durmalarına rağmen– ortak bir zeminden hareket ettiklerini söyledi. Murat Belge’den iktibasla “Türkiye’de devletin ayak basmadığı yer yoktur, bu nedene aydınla devlet arasındaki göbek bağı kopmamıştır” sözünü hatırlatan Taşkın, aydınların siyaseten farklı düşünmelerine rağmen nasıl olur da ortak bir vasatta buluştuklarının siyaset felsefesi açısından önemli bir açıklamasını yapmaktadır. Türk entelektüelinin modernleşme sürecinde aldığı pozisyon, devletin başat aktör olduğu bir tarihsel blok içerisinde şekillenmiştir. Gramsci’nin “Pek çok entelektüel kendini devlet sanır” sözünün Türkiye’deki entelektüel profilini analiz etmekte önemli bir kavramsal çerçeve çizdiğini, entelektüellerin de bu felsefeden hareketle toplumu dönüştürmede hep öncü olmak arzusunda olduklarını ifade etti. Devleti ele geçirme motivasyonuyla hareket eden Türk aydını, ancak bu yolla yeni bir sosyal düzenin inşa edileceği tasavvuruna sahip olmuştur.
Yüksel Taşkın’a göre; Soğuk Savaş sürecinde sağ ve sol düşünce görünürde farklı olmalarına rağmen özde önemli benzerliklere sahiptirler. Cumhuriyet, Tercüman gibi yayın organlarında işlenen siyasi fikirlere bakıldığında bu benzerlik açık bir biçimde görülecektir. Bu ikiliklerin belirlediği politik düzende, siyasi tartışmalarda kendilerini farklı kulvarlarda gören aydın ve düşünürlerin hiçbir şekilde bir araya gelmemelerinin yanı sıra fikren de bir alışveriş içerisinde olmadıkları gözlenmiştir. Cemil Meriç gibi farklı renklere sahip özgün bir entelektüelin, o dönemde anlaşılmamasının böyle bir müzakere ortamının yokluğunda aranması gerektiğini düşünen Taşkın, herkesin kendi dünya görüşü bağlamında yorumladığı Cemil Meriç örneğinin, Türkiye’de gri bir alanın yokluğunu gösteren önemli bir gösterge olarak karşımızda durduğunu söyledi.
Türkiye’deki muhafazakâr entelijansiya, Osmanlı ile arasında organik bir bağ kurmuş, bu bağın da kendisine ülkeyi yönetme hakkı verdiği tezini işlemiştir. İsmet Özel’in tevarüs edilmemiş asalet kavramı, Türk aydınının bu özelliğini vurgulaması açısından oldukça önemlidir. Anadolu’dan yetişen ve herhangi bir zengin aileden gelmediklerini vurgulayan aydınlar, Türkiye’nin öz çocukları oldukları tezinden hareketle bu ülkenin asli sahibi ve yöneticisi olarak kendilerini görmüşlerdir. Varoluşsal bir gerçeklikten hareket eden Türk aydını, kendisini seçilmiş bir kategori olarak telakki etmiş, bu kategorinin de daima itibar görmesi gerektiğini düşünmüştür.
Taşkın’ın savına göre; Türkiye’de merkez sağ partilerin mümeyyiz vasıfları, herhangi bir tanımlayıcı kimlikten yoksun olmaları ve anti-entelektüalist bir siyaset tarzına sahip olmalarıdır. Bunun en önemli örneği Anavatan Partisi’dir. Turgut Özal etrafında şekillenen partinin milletvekili kompozisyonuna bakıldığında bu durumun daha iyi gözlemlenebileceğini ifade etmiştir. Turgut Özal başkanlığındaki ANAP’ın %45’ini mühendisler oluşturmaktadır. Nilüfer Göle’nin “Mücehhez bir kişilik olduklarını düşünen mühendisler, doğru bilgiyi kendi uhdelerinde görmüş, bu da ideolojik tartışmaların önünü kesmiştir” analizi seksenlerdeki politik karar alma süreçlerinde mühendislerin hâkim unsur olduklarını özetlemektedir. Turgut Özal’ın “Bize parmak kaldıracak adam lazım; engelleyecek değil’’ sözünü hatırlatan Taşkın, karar alma sürecinin entelektüel bir tartışma zeminine açık kapı bırakmadığını ve pragmatist ilkelerin siyasi hayatın hemen her alanında etkin olduğunu düşünmektedir. Teknokratik düşünceyi Özal siyasetinin alamet-i farikası olarak gören Taşkın, bu dönemde yapılanların bu düşünce biçimiyle şekillendiğini söylemiştir. Orta sınıf değerleri üzerinden Batıcı ve muhafazakâr bir toplum yaratma misyonuyla hareket eden Özal, bu politik düzeni meşrulaştıracak organik entelektüellerden de yoksun kalmamıştır. Tarihsel süreç içerisinde Türk aydınının pozisyonunu sorgulayan Taşkın, bu tipolojinin nasıl bir sürekliliğe sahip olduğunu da veciz bir biçimde gösterdi.
Taşkın’a göre; Türk aydınının ve devlet adamının mümeyyiz vasfı, daimi surette yeni toplum yaratma arzusu olmuştur. Türkiye’de merkez-çevre ikiliğinin temelinde din faktörünün olduğunu düşünen Taşkın, önümüzdeki yıllar içinde bu ikiliğin ortadan kalkacağını ve siyasi arenada melez kimliklerin görünür olacağını söyleyerek sözlerini noktaladı.