Türkiye’nin Afrika Politikası: Fırsatlar ve Açmazlar
“Afrika Konuşmaları” toplantı dizisinin dördüncüsünde Yeryüzü Doktorları’nın kurucularından olan ve uzun yıllar kuruluşun genel koordinatörlüğünü yürüten, Türkiye’nin Somali Büyükelçisi Kani Torun, Afrika’nın tarihinden ve sömürgeleştirme faaliyetlerinden bahsederek başladığı konuşmasında önce Türkiye’nin Afrika politikasını, ardından Türklerin Afrika’ya ve Afrikalıların Türkiye’ye bakışı bağlamında siyasi ve kültürel olarak Somali’deki tecrübelerini paylaştı.
Afrika’nın tarihine değinirken Batılıların kıtaya öncelikle misyoner olarak geldiklerine ve onların gözünde Afrikalıların ihtiyacı olan ve sömürgeciliğin de temelini teşkil eden üç alana dikkat çekti: Ticaret, Hıristiyanlık ve medeniyet. 19. yüzyılda Etiyopya hariç tamamı sömürgeleştirilen Afrika’da 1885 Berlin Antlaşması ile sömürgeciliğin yasal bir zemine oturtulduğunu anlattı ve ardından Fransız ve İngiliz sömürgeciler arasındaki önemli bir farkı dile getirdi. Buna göre, İngilizler sömürgelerine tüccar mantığıyla bir iş olarak bakarken Fransızlar bölgeyi tamamen kendi toprakları gibi benimsediler ve dolayısıyla çekilmemek için çok fazla kan döktüler. Buna mukabil ingilizlerin altyapı hazırlayıp, adam yetiştirip, devletin nasıl yönetilmesi gerektiğini öğrettikten sonra çekilmeleri nedeniyle sömürgeleştirdikleri bölgeler bugün hâlâ İngiliz etkisinde.
Torun, Türkiye-Afrika ilişkilerinden bahsederken kıta hakkındaki bilgimizin uzun yıllar Kuzey Afrika ile sınırlı kaldığına, 1990’lardan sonra yavaş yavaş Sahra Altı Afrika’ya açılmaya ve karşılıklı olarak birbirimizi tanımaya başladığımıza vurgu yaptı. Siyasal alanda kıtaya açılım ise 2005’i “Afrika Yılı” ilan etmemizle ivme kazandı. Bunun geri dönüşünü, 2008’de BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliği için yapılan oylamada 54 ülkeden 53’ünün olumlu oyuyla Afrika’dan büyük bir destek alarak gördük. Torun’a göre, eski sömürgeci güçlerden farklı olarak Afrikalılarla girdiğimiz “kazan-kazan” ilişkisi iki tarafın da kazacağı bir ilişki biçimi. Kıtaya açılımda Türkiye üç ana enstrümanı kullanıyor: ticaret, diplomasi ve Türk Hava Yolları. Bu sayede 2003’ten 2013’e kadarki on yıllık dönemde kıtaya ihracatımız altı kattan fazla, ithalatımız ise yaklaşık üç kat artış gösterdi. Yürüttüğümüz insani diplomasi sayesinde Türkiye’nin eli siyaseten güçlendi. Öte yandan Torun, Afrika denince aklımıza açlığın ve susuzluğun gelmemesi gerektiğini, aslında kıtanın birçok yerinde kalkınma hızının çok yüksek olduğunu, ama en büyük sorunun güçlü bir orta sınıfın bulunmaması olduğunu anlattı.
Sonrasında iki yılı aşkın bir süredir büyükelçi olarak görev yaptığı Somali’yi ve burada yürüttükleri faaliyetleri anlattı. Buna göre, Somali aslında kaynakları bakımından çok zengin bir ülke ve bütün Doğu Afrika’yı besleyebileceknitelikte tarım alanlarına sahip. Ama 1991’de başlayan kabile savaşları yüzünden hem her şey altüst olmuş ve işleyen bir devlet sistemi kalmamış hem de ülkedeki büyükelçiliklerin tümü kapatılmış. Türkiye’nin Somali’ye 2011’de yaşanan açlık sorunu vesilesiyle girmesi ve başkent Mogadişu’da bir büyükelçililik açmasıyla birlikte Mogadişu uzun yıllar sonra artık gidilebilen bir yer haline gelmiş ve bir imaj değişikliği olmuş. Türkiye bundan sonra açlık sorununu ortadan kaldırmaya dönük çalışmaların yanı sıra kalkınma yardımları (yol, okul, su, hastane, şehir hizmetleri) yapmış ve bunlar Somaliler nezdinde büyük bir algı değişikliğine yol açmış. Ayrıca Türkiye’nin faaliyet tarzı bir model haline gelmiş ve Batılı yardım kuruluşları da Türk modeline geçmeye başlamış. 2012’den sonra Türkiye’nin de katkılarıyla ordusu ve maliye müessesesi ile bir devlet düzeni kurulmuş. Yardımların yanında istihdamın artırılmasına dönük adımlar atılmış. Türkiye tarafından işletilecek liman ve havaalanı inşası da başlamış. Ülkenin yeniden birleşmesine dönük barış inşası çabaları da devam ediyormuş. Türkiye bu şekilde Somali halkının sevgisini kazanırken başkalarının da düşmanlığını kazanmış ve büyükelçilik ve faaliyetleri birtakım saldırılara maruz kalmış.
Bu olumlu gelişmelerin yanı sıra Sayın Büyükelçi, son derece önemli birtakım sorunlar ve bunların çözüm yollarını da dile getirdi. Buna göre, Somalilerin de tespitiyle Türkler önce binayı inşa edip sonra ne yapacaklarını düşünüyorlar; oysa artık daha planlı ve kurumlar arası eşgüdümle çalışmalıyız. Diğer bir mesele sürdürülebilirlik meselesi; Türkiye’nin bölgede yaptığı faaliyetlerin kalıcı olabilmesi için yerli halkı da sürece dâhil etmeli ve bunun için gerekli eğitimleri vermeliyiz. Ayrıca yerel inisiyatifi güçlendirecek tarzda adımlar atmalıyız. Öte yandan faaliyet yapılan her yere gereğinden fazla Türk bayrağı asılması ve Türk okullarında sürekli İstiklal Marşı okutulması empati yoksunluğunun bir sonucu; bu durum bölgede yanlış algılamalara ve onurların incinmesine sebep olabiliyor. Ayrıca farkında olmasak da dilimiz ırkçı ifadelerle dolu ve bunlar bölgede ciddi bir rahatsızlık uyandırıyor. Bütün bu problemlerin önüne geçmek için STK’ları ve devlet kurumlarını bölgeye gitmeden evvel mutlaka eğitimden geçirmeliyiz. Söylemlerimizde ve eylemlerim duygusal değil gerçekçi olmalıyız.