İstanbul’da Tekke Müziği
İnsanoğlunun yaşadığı her yerde istisnasız müzik ve dansın da olduğunu görürüz. İstanbul’da da tarih boyunca burada yaşayan toplulukların ve medeniyetlerin kendilerine ait müzik ve dansları, ritüelleri olmuştur. Fetih ile beraber ise İstanbul İslam medeniyetinin ve birçok ilim ve sanatın merkezi olma konumuna geçmiştir. Kendilerinden önceki medeniyet birikimini de ciddiye alan Müslüman Türkler Tekke musikisini de bu şehirde en yüksek seviyeye ulaştırmış ve bu musikinin en büyük bestecileri ve icracıları yine bu şehirde yetişmiştir. Yüzyıllar boyunca terakki ederek gelişen ve toplumun yaşantısını ve duygularını kılcal damarlar gibi kuşatan bu sanatın temel taşıyıcıları diyebileceğimiz sufilere göre musiki Allah’ın elest bezminde kullarına hitaben sorduğu “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” nidasını çağrıştırır. Musiki ile uğraşan, onun manasını anlamaya çalışan kimse bu ilahi sadanın peşindedir. Bu sebeple tasavvuf ehlince musiki mukaddes kabul edilmiş ve insanı Allah’a götüren başlıca yollardan biri olarak görülmüş ve inanılmıştır.
İstanbul’un ilk musikişinasları şehre sonradan gelmiş kimseleridir. Şemsettin Yusuf Efendi’nin talebeleri diyebileceğimiz; Konyalı Şeyh Vefa, Ladikli Mehmet Çelebi, Üsküplü Niyazi, Aydınlı Şemsettin Naif gibi isimleri bu hususta örnek gösterebiliriz. 1925’e kadar geçen sürede İstanbul’da 400’ün üzerinde tekkenin bulunduğu zamanlar olmuş ve bu tekkelerin ekserisinde bahsettiğimiz ilahi sadaya erişmek için musiki eşliğinde ayinler icra edilmiştir. Birçok tarikatın merkezi konumuna gelen İstanbul’da tekkeler ve tarikat ekollerinin benimsediği tasavvuf düşüncesindeki farklı neşveler, bu tariklerin ayinine, dolayısıyla musikisine yansımıştır. Misalen, bir Rufai ayinindeki coşkunluk bir Nakşibendi ayininde yoktur veya bir Celveti ayinindeki durgunluk ve ağırlık bir Halveti ayininde görülmez. Hatta aynı tarikin ayini esnasında kıyam ve devran zikirlerinde zikrin temposu da değişir ve tabii olarak icra edilen musiki eseri de buna bağlı olarak değişiklik arz eder.
Peki bu farklı türdeki binlerce eser arasından yapılan seçimleri ve icraları belirleyen şey ve bu eserlerin oluşma süreçleri neydi? Öncelikle tekkelerde ayin esnasında musikinin zikre eşliğini belirleyen kişinin zakirbaşı olduğunu belirtmek gerekir. Saadettin Nüzhet Ergun’un Türk Musikisi Antolojisi adlı çok değerli kitabında bahsettiği üzere zakirbaşı zikre göre makam, güfte ve usül seçimi yapardı. Elde ettikleri bir şiirin parçasını uluorta bestelemezlerdi. Mesela yılın belli aylarına göre güfte içerikleri değişmekteydi. Rebiyülevvel ve Rebiyülahir aylarında Peygamber Efendimiz’in doğumu konu edilirken, Ramazan’da oruç, Muharrem’de Kerbela, Zilhicce’de kurban ve hac, Recep ve Şaban’da Regaib ve Miraç konuları ağırlık kazanmaktaydı. Bazı eserler ise her ay okunabilecek bir muhtevaya sahipti. Bu eserler arasında vahdet-i vücudu izah eden parçalar epeyce bir yekun tutardı. Yapılan zikrin kelime-i tevhit, ism-i Hayy, ism-i Celal gibi farlılık göstermesi de önemli ve belirleyici diğer bir husus idi. Zikre göre değişen ritmik hızlar, sesteki iniş ve çıkışlar sebebiyle, eserin de pes veya tiz notalar seyretmesi gerektiğinden ve çoğu tekkede sadece vurmalı sazlar ile ayine eşlik edildiğinden ve insan sesi ve kabiliyetleri ön planda olduğundan bu konuda üst seviyede ehliyet ve tekamül sahibi olmak gerekmektedir ki zakirbaşılar bu bağlamda ortaya koydukları eserler ne denli ehliyetli olduklarını göstermişlerdir.
Bu musikinin biraz daha detayına inildiğinde, öncelikle tekkeler kuûdî zikir ve kıyamî zikir yapanlar olarak iki ana başlıkta toplanabilir. Kuûdîler ayini oturarak yaparlarken, kıyamîler ayakta icra ederlerdi. Bunların musikisi de bu zikir ve ayin tarzlarına uygun bir üslup ve tavırdaydı. Bu tekkeler içerisinde musikinin en ön planda olduğu yer şüphesiz mevlevihanelerdi. Musiki diğer tarikatlerde zikri besleyen bir unsur iken Mevlevilikte belirleyen bir unsur olmuştur. Herhangi bir saz olmaksızın ayin icra edilemezdi çünkü ayinin düzeni musiki yani usül değişimleri ile sağlanmıştı. Bu sazların başında kudüm, ney ve rebap gelmekteydi. Mevleviliğin diğer bir hususiyeti ise musikimizin en önemli üstatlarının buradan yetişmiş olmasıdır.
Bektaşilik’te ise İstanbul’daki klasik musikinin çizgileri yer almaktaydı. Osmanlı’dan intikal eden bir kurum olan Darü’l-Elhan’nın -günümüzdeki ismiyle İstanbul Belediye Konservatuarı- neşrettiği Bektaşi nefesleri fasikülleri sayesinde hatırı sayılır miktarda nefes mevcutsa da II. Mahmut ile beraber Bektaşiliğin yasaklanması sebebiyle tarikatın yeraltına inmek ve ayinlerini gizli yapmak zorunda kalmasından dolayı bu engin deryaya ait çok az bilgiye sahibiz. Bu nefeslerin nasıl icra edildiği, ayin düzeninin ne şekilde olduğu gibi konuları ancak hayal edebiliyoruz.
Yine musikinin ön planda olduğu bir diğer tarikat de, İstanbul’un en yaygın ağlarından birine sahip olan Halvetilerdi. Tekke müziği vadisinde en çok eser veren de Halvetiler olmuştur. Kadirilerden de bahsedersek, Kadirilerin İstanbul’a gelişi 17. yüzyılın başlarına denk gelir. İlk tekke Abdülkadir Geylani Hazretlerinden sonra ikinci pir kabul edilen İsmail Rumi Hazretlerince Tophane’de kurulmuştur. Kadiri ayinlerinde kuud, kıyam, devran ve Kadiri semahı dediğimiz raks birlikte bulunduğundan burada musikinin ne denli önemli olduğu da aşikardır.
Bu külli, kadim ve bize ait olan kültür ve bunca eserlerin akıbetine bakacak olursak: Bu kültür yazı ve kayıt ile aktarılmayı uygun görmeyen, insandan insana doğal yollarla ve meşkle aktarılan, insanda hayat bulmayı esas alan ve kağıtta değil gönüllerde, ruhlarda yaşamayı seçmiş bir anlayışa sahipti. II. Mahmut döneminde Bektaşi Ocağı’na yapılan muamele 1925’te diğer bütün tekkelere uygulanmaya çalışılmış ve burada yüzyıllarca toplumun bizzat kendisi olan insanlar, yüzlerce yıllık birikim, nesillerdir aktarılan bilgi, tarih ve medeniyetimizin bütün özelliklerini barındıran bu zengin yapılar hor görülmüş, aktarılması engellenmiş, tamamen yok edilmek istenmiş ve ayinlerini gizli yapmaya mahkum edilmişlerdir. Günümüzde halen bu gelenekleri devam ettirmeye çalışan mahdut bazı zümreler vardır ancak yetersiz kalmaktadırlar. Bu musiki, bu ilahiler, bu ayinler, bütün ihtişamı ile tarihin tozlu sayfalarına kalkmıştır. Eski kayıtlarda küçük bir cüz’ünü dinleyebildiğimiz bu hoş seda ve derin ve geniş ve kadim bir ilim ve irfan dünyası bizlere ulaşamamıştır. Tekkelerin resmiyetini kaybetmesi kültürel bakımdan çok ciddi tahribatlara sebep olmuştur. Günümüzde özellikle müzik noktasında bu süreç içerisinde geldiğimiz nokta değerlendirildiğinde geçmişte alınan bu kararın ne ile sonuçlandığı çok daha net bir şekilde anlaşılmaktadır.