Osmanlı’da Seyyidler ve Nakîbüleşraflık Müessesesi
Hâlen İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri ve Meşihat Arşivi’nde görev ifâ eden Ayhan Işık’ın İstanbul Üniversitesi’nde, 2013 yılında tamamladığı doktora tezi çerçevesinde, Osmanlı’da seyyidler ve nakîbüleşraflık müessesesi üzerine tartışıldı. Işık’ı bu konuyu çalışmaya yönelten amil, toplumumuzda soy-sop, şecere araştırmalarının sanılandan çok daha fazla olması ve hususen, elinde seyyidlik belgesi bulunduran ailelerin bu belgelerin sahih ve geçerli bir belge olup olmadığına ilişkin talepleriyle çok sık karşı karşıya kalınmasıdır. Işık, hem bu sahada çalışma yapmak isteyen araştırmacılara yardımcı olmak hem de bu taleplere cevap verebilmek maksadıyla tezinde bu konuya odaklanıyor.
“Meşihat Arşivi Belgeleri Işığında Seyyidler ve Nakîbüleşraflık Müessesesi” başlıklı tez bir giriş ve üç bölümden müteşekkildir. Birinci bölümde nakîbüleşraflık müessesesinin Efendimiz ve hulefa-i raşidîn dönemlerinde niçin ve nasıl teşekkül ettiği; bütün İslâm devletlerinde -Abbasî, Fatımî, Eyyubî, Selçukî -yer alan bu müessesenin hususen Osmanlı dönemindeki durumu, işlevi vs. gibi hususlar ele alınmak suretiyle izah edilmeye çalışılmıştır. “Seyyid” ve “şerif” kavramları üzerinde kısa bilgi veren yazar, Osmanlı ilmiye teşkilatı içinde seyyid ve şerif kavramları arasında, bilinenin aksine, büyük bir ayrımın bulunmadığını; gerek Hasanî gerekse Hüseynî olsun, soyu Hz. Peygamber’e ulaşan kimselere “seyyid” tabirinin kullanıldığını belirtmektedir. “Şerif” tabiri ise daha çok soyu anne tarafından Hz. Peygamber’e ulaşan kişiler için kullanılmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin her iki durumda da seyyid ve şerifler için aynı imtiyazları uyguladığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı döneminde seyyidler için tanınan ayrıcalıklar hakkında da bilgi veren Işık, seyyid ve şeriflerin bir tür vasîsi durumunda bulunan nakîbüleşrafın seçim usulü ve onda bulunması gereken vasıflar konusuna da değindi. Buna göre nakîbüleşraf seçilecek kimsenin de seyyid olması şartı aranmakta ve ilmiye ricali arasında yer almasına azâmi dikkat gösterilmektedir. Nakîbüleşrafta İslâm hukuku konusunda bilgi sahibi olması şartı aranması pratik bir sebebe matuftur; çünkü nakîbüleşraf aynı zamanda bir kadı ve dolayısıyla seyyid ve şeriflerin mahkeme işlerine bakan bir görevlidir. Bu da onun, hukuk sahasında yetkin bir kişi olmasını icbar etmektedir. Seyyid ve şeriflerin kendilerine verilen seyyidlik hüccetlerini İstanbul’da şecere defterlerine kaydetmek, yine nakîbüleşrafın görevleri arasındadır. Arşivde bulunan teftiş defterlerinden hareketle devletin, zaman zaman görevlendirdiği müfettişleri ile seyyidlerin ellerinde bulundurdukları hüccet belgelerinin doğruluğunu tespite çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu defterlerde bazı hüccetlerin iptal edilmiş olması, bu sahada araştırma yapacakların defterleri karşılaştırmalı bir şekilde incelemeleri gereğini de hatırlatmaktadır.
Osmanlı devleti başlangıçtan itibaren seyyid ve şerifler için bazı imtiyazlar tanımıştır. Şer‘î vergilerin yanında devletin tekâlif-i örfiye adıyla halktan aldığı vergilerden de bu zümre muaf tutulmuştur. II. Abdülhamid döneminde bu kimselere maaş verildiği de görülmektedir. Ancak bu maaş uygulaması seyyid ve şeriflerin bütününü kapsamaz; hükümet tabibinin oluruyla sadece içlerinde fakir olan kimselere verilir. Öte taraftan hukukî açıdan seyyid ve şeriflerin diğer insanlardan bir ayrıcalıkları bulunmamaktadır; nakîbüleşrafın huzurunda yapılan ve bir kimsenin seyyid olup olmadığını tespite yarayan “seyyidlik mahkemesi” dışında özel bir mahkeme de ihdas edilmemiş; diğer Osmanlı vatandaşları gibi, meselelerini şer’î mahkemelerde halletmişlerdir. Askerlik hizmeti konusunda da kısmî bir muafiyetten söz edilebilir; bütün seyyid ve şerifler için genel bir muafiyetten bahsedemeyiz; askerlik muafiyeti, ancak Şiî nüfusun fazla olduğu yerlerde şiiliğin yayılmasını önlemek amacıyla devletin bazı görevleri yerine getirmesi karşılığında seyyidlerin bir kısmına tanıdığı bir ayrıcalık olarak değerlendirilebilir.
19. yüzyıla geldiğimizde Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerinde Şia fikirlerinin yayılma alanı genişlemeye başlayınca özellikle Abdülhamid döneminde bu tehdidi bertaraf etmek adına bölgede nakîbüleşraflık müessesesinin ve hususiyle Kadirî ve Rıfaî tarikatlerinin güçlendirildiğini görüyoruz. Bölgede nakîbüleşraf kaymakamı aynı zamanda o bölgedeki eyaletin valisi veya dergâhın postnişini yahut medresenin müderris ve vaizi konumundadır; devlet bu yolla halk üzerinde seyyidlik/nakîbüleşraflık müessesesinin nüfuzunu kullanarak kendine tehdit oluşturabilecek zararlı fikirleri önleme yoluna gitmiştir. Benzer bir şekilde bölgede cereyan eden/edebilecek aşiret isyanları konusunda da seyyid ve şeriflerin nüfuzunu devreye sokmuştur.
Osmanlı bürokrasisinin arşiv tutmak hususundaki titizliği herkesin malumudur; gerek devlet idaresi gerekse toplumun katmanları arasında tuttuğu yer hesaba katıldığında İlmiye teşkilatı ve mensuplarına ilişkin bilgilerin yer aldığı arşiv malzemesinin kıymet ve değerinin, araştırmacılar için hayati önemi haiz bir mevki işgal ettiğini söylemek sanırım zaid olacaktır. Ayhan Işık’ın yazdığı tez bu açıdan bakıldığında şer’iye sicil ve evrakının ilmî araştırmalarda ne denli önemli ve kullanılması elzem bir arşiv olduğunu tekrar hatırlatıyor.