Türk Sosyolojisinde Foucault
Medeniyet Araştırmaları Merkezi bünyesinde yürütülen Türkiye’de Çağdaş Sosyolojik Yönelimler toplantı dizisinin on birinci oturumunun konuğu Orhan Tekelioğlu’ydu. Tekelioğlu’nun konuşmasının konusu, Türkiye sosyoloji alanında etkisi giderek artan Fransız düşünür Michael Foucault’ydu.
Foucault’nun fikirlerinin ülkeye intikalinde kendisinin de önemli ve belirleyici bir etkisi olan Tekelioğlu, sosyoloji alanındaki bu serüveni, Foucault’nun araştırma metodolojisine de uygun şekilde (mikro tarih pratiği ekseninde), kendi öyküsü üzerinden anlattı. Bu mikro anlatının başlangıcında 1975 sonrası OTDÜ sosyolojide yaşanan kurumsal-idari müdahaleler yer almaktadır. Müdahalenin ardından bölümün önemli sosyoloji hocaları (Mübeccel Kıray gibi) istifa ediyorlar ve sonrasında ise bölümde yeni tipte hocalar kuşağı ortaya çıkıyor. Bu hocalar arasında Hasan Ünal Nalbantoğlu, Bahattin Akşit gibi isimler de yer almaktadır. Doktoralarını henüz yapmış olup ülkeye dönen bu isimler (OTDÜ’de de tedavülde olan klasik sosyolojinin kurucu isimlerinden, onların kullandığı yöntemlerden, ontolojik ve epistemolojik çerçevelerden çok farklı olan yeni düşünürler) yeni metodolojiler ve kavrayışlar getirdiler. Böylece pozitivist, Marksist, yapısal-işlevselci sosyoloji fikri yerine post-pozitivist yeni gündemler ve yaklaşımlar geçmeye başlamıştır.
Bu yeni yaklaşım tarzlarından en belirgin olan isim ise Michel Foucault’dur. Tekelioğlu, OTDÜ özelinde, aydınlanmacılıkla ve Marksizmle bezenmiş sosyal bilim fikrinin eleştirisinde Foucault’un önemine dikkat çekti. Bu anlamda Foucault, hem klasik sosyoloji anlayışlarından (Marx, Weber, Durkheim) hem de Türkiye’deki cari durumdaki sosyal bilim fikrinden kopmanın adı olarak öne çıkıyor. Tekelioğlu bu öyküyü anlatırken sosyal bilim alanının dinamiklerine ve akademisyen yatkınlıklarına dair oldukça yerinde tespitlerde bulundu. Ona göre, tıpkı ekonomi alanındaki gibi ilgili bilim alanında da acentalar ve bayilikler vardır ve bu yatkınlık üretici değil tüketici bir eğilimi beslemektedir. Bu zihinsel konformizmin en önemli özelliği ise teoriciliktir. Ona göre, bunun semantik kalıbı “Foucault der ki”li cümlelerdir. Marx’ın teorisi Marksist olmaya, büyük laflar etmeye yatkındır ancak Foucault’nun teorisi ne Foucaultcu olmaya olanak tanır ne de büyük anlatılara.
Bir başka tartışma konusu da felsefeci ve tarihçi Foucault’nun sosyolojiyle ilişkisiydi. Tekelioğlu, Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler ile Bilginin Arkeolojisi gibi felsefi eserlerini değil de Hapishanenin Doğuşu, Deliliğin Tarihi ve Cinselliğin Tarihi gibi çalışmalarını daha sosyolojik ve özgün bulduğunu belirtti. Tekelioğlu’nun derdi, haklı olarak, Foucault’nun sosyolojiye olan katkısıdır. Foucault’nun sosyolojiye katkısı nedir veyahut sosyoloji Foucault’nun çalışmalarından ne umabilir? Tekelioğluna göre, onun katkısı sosyolojideki birey ve toplum karşıtlığı üzerinden giden kısır tartışmaların dışında bir çerçeve önermesidir. “Birey”, “kendilik” ve “benlik” gibi kavramlarla atıf yaptığımız psikolojist lügat ile “toplum”, “yapı”, “kurum” ve “bütün” gibi kavramlarla atıf yaptığımız sosyolojist lügatın dışında Foucault, bütüncül, tutarlı, bölünemez ve statik (“birey” ya da “toplum” gibi) tözler yerine dinamik, ilişkisel bir model geliştirmektedir. Tutarlı ve bölünemez birey fikrinin karşısına parçalanan, dağılıp toparlanan, akışkan, dinamik “kendilik hâlleri” modalitesini getiriyor.
Tekelioğlu’na göre, Foucault okuduğunuzda klasik sosyologlardan Marx ve Weber ile hesaplaşmak zorunda kalıyorsunuz. Marx hattını anlatırken Tekelioğlu kendisinin de geçtiği şöyle bir teorik okuma güzergâhından söz etti: Kaba Marx’tan Frankfurt Ekolü’ne uzanan, oradan Althusser’e geçen ve sonrasında Staurt Hall ve yeni Gramsci’cilerle tamamlanan bir yolculuk. Yürünerek geçilen bu patikanın anlamı şu: Ekonomik, siyasi sorunsalların ve makro ölçeklerin, büyük hikayelerin terki ve küçük anlatıların, mikro ölçeklerin ve kültürel meselelerin önem kazanması. Ona göre, Türkiye’deki sosyal bilim icrasının “siyasi” karakteri göz önüne alındığında bu sorunsallaştırma tarzı çok daha önemlidir. Burada araştırma nesnelerini siyasallaştırma yapısal bir kural mesabesinde. Bu okuma sosyolojiyi siyaset bilimine kurban eder. Toplumu siyasal okumak yararlıdır ancak tüm açıklamayı oraya hapsetmek akademisyeni tembelleştirir.
Tekelioğlu, siyasallaştırmanın yanında toplumun kültürel dinamiklerine, mikro anlatılarına bakmak gerektiğini düşünüyor ve makro iktidar analizlerinin yerine bilhassa kültürel alana doğru genişleyen mikro odaklı okumaları önemsemek gerektiğini belirtiyor. Ona göre, siyasal süreçlerin etkisinden çok daha fazla olarak toplumu kuran dinamiklerin, kültürel süreçler olduğuna dikkat çekiyor. Marksizm’in makro ölçekli sınıfsal analizlerinden, diyalektik temelinde kurulmuş çatışmacı yaklaşımlarından farklı olarak Foucault, “ikili” olmayan “çoklu” iktidar ilişkilerinden söz ediyor. Foucault’nun Weber’den beslendiği konunun ise “iktidar” veya “egemenlik” teorisi olduğunu belirten Tekelioğlu, oradan gelen fikrin ise şu olduğunu söyledi: Weberyan modelde egemenlik özneye çatışma kurumlarında olduğu gibi dışarıdan zorla dayatılmaz; öznellik içeriden, rıza ile kurulur. Özne teslim alınmaz, onun kendisi teslim olur.
Tekelioğlu Foucault’un bilgi ve iktidar yaklaşımını özne kavrayışı üzerinden izah etti. Buna göre öznenin bilgiyle ilişkisi sahiplik (possession) ilişkisi değildir. Aksine bilme pratiğinin kendisi özneye sahiptir. Buradaki aydınlanmayı oluşturan cüretkâr Kartezyen ve Kantçı özne olmayıp, “bağımlılık” veya “ait olma” anlamına gelen “özne (subject)”dir ve ilişkilerden oluşan bir konfigürasyon içindeki konumun adıdır. Bu türden bir özne kavrayışının iktidar teorisindeki anlamını da siyaset biliminde yaygın kabul gören iktidarı “sahiplik” üzerinden düşünen yaklaşımın eleştirisinde bulur.
Foucault’ya göre iktidarın sahibi yoktur. İktidar sahip olunan bir şey olmayıp, ilişkisel bir birimdir. Onun iktidar analizini anlatmak için Tekelioğlu “nehir” analojisine başvurdu. Sürekli bir akış hâlinde, şebekeler var, ancak düğümler de, kesişim noktaları da var. Akışı kesen o düğümler ise iktidar konumlarıdır. Bu düğümler yapısalcılardaki gibi sabit kurallar, talimatlar ve sistemler değildir. Bu anlamda Foucault’nun iktidarı, Heidegger’in bir anlık parlayan sonra geri çekilen “hakikat” düşüncesine benzer; iktidar o düğümlerde kendisini gösterir, fark edersin ve sonra geri çekilerek kendisini kapatır. Ancak bu hareketten geriye bir “iz” kalır. Foucault’nın analizi ise bu izlerin izlenmesinden başka bir yöntemsel prosedüre dayanmamaktadır.
Foucault’da mikro ölçekli, yerel ve karmaşık olarak anlatılan iktidar “elektrik” gibi düşünülmektedir. Ona göre özne, iktidar olmadan hareket edememektedir. Tekelioğlu, onun tarih anlayışının merkezlere değil marjinlere odaklanan bir metodoloji olduğunu söyledi. Ana akım (mainstream) içinde yer almayan dip akıntıların bıraktığı izlerin takip edilmesinden oluşan bu yöntem, kültürel nesnelere, önemsiz görülen tarihsel evraklara, mikro evrene ait olan belgelere odaklanak icra edilir. Tekelioğlu’na göre, marjin tarihlerinden öğrendiğimiz şey, o döneme ilişkin öyküyü bambaşka bir şekilde bize sunuyor ve bildiklerimizi bilmedikleştirerek yeniden düzenliyor. Örneğin, Deliliğin Tarihi’nde bugünkü ana akım psikiyatri söylemini (kliğinin doğuşunu aydınlanmacı, hümanist değerlere bağlayan bakışı) hedef alarak kliniğin ortaya çıkışının mikro anlatısını veriyor.
Marjinlere odaklanan bu bakış, ana nehirlerden ziyade çaylara, derelere bakmak anlamına gelir. Gündelik dilde kullanılan ana akım “marjinal” lafzından, marjinal siyasal ve toplumsal figürlerden söz etmek anlamına geliyor. Tekelioğlu, marjinlerden söz etmenin, “marjinal” gibi neredeyse “radikalizm” ile eşdeğer anlama gelen siyasal toplumsal öznelere atıf yapmaktan öte bir tarih metodolojisine işaret ettiğini belirtti. Önerdiği model ise üç boyutlu çalışır: Aşağıdan yukarıya, yandan içeriğe; bir yanda yukarıda ve içeride olan merkezcil homojen iktidar bloğu ve diğer yanda heterojen, parçalı, hareketli marjinler. Foucault’nun derdi bizzat tarih değildir. Onun asıl derdi toplumsal ilişkilerin, söylemin, iktidarın, öznelerin nasıl kurulduğunu anlamaktadır. Bu bakımdan tarih, toplumsalın nasıl kurulduğunu anlamak için anlamlıdır. Foucault, büyük toplumsal kırılmalardan, yatak değiştirmelerden, devrimlerden değil küçük toplumsal kırılmalardan, akışların kesilmesinden söz etmektedir.
“İdeoloji” kavramı yerine “söylem” kavramını Foucault’nun tercih ettiğini söyleyen Tekelioğlu, ona göre söylemin akışlar içinde ampirik olarak gözlenebilen tortular olduğunu ifade etti. Söylemlerin bir başka özelliği de pratik olmaları; diğer bir deyişle, çalışıyor olmalarıdır. Söylemle ideolojinin temel farklarını ise şöyle sınıflandırmak mümkündür: i) İdeolojinin özneleri ona sahiptir; ii) Althusseryan ideoloji kuramında ise özne dışarıdan “çağırma” ile çalışır; iii) İdeolojide özne pasiftir ve iv) İdeoloji hem negatif hem de homojendir. Buna karşılık söylem bir “oyun”dur. Söylemin içindeki özne bu nedenle pasif değil, aktiftir. Öznenin oyuna aktif olarak dahil olması ise söylem kavramına pozitif bir içerik katmaktadır. Özne konumları sabit, stabil olmayan kendilik hâllerine/modlarına/tarzlarına tekabül etmektedir.
Konuşmasının sonlarında Tekelioğlu, Foucault ve Deleuze gibi isimlerin sosyal bilimi ve hatta felsefeyi “sanat” benzeri yaratıcı bir etkinlik olarak düşündükleri tespitinde bulundu. Tekelioğlu’nun savunduğu Foucault okumasının aslında Deleuzeyen ve post-yapısalcı bir okuma olduğunu söylemek mümkündür. Bu sosyal bilim anlayışı sanatı model alır. Tekelioğlu’nun da belirttiği üzere, tıpkı sürrealistler gibi bu düşünür kuşağı da gerçekliği parçalayıp yeniden yaratarak anlatmaktadırlar. Tekelioğlu’na göre, Foucault’nun modeli sosyal değişim modelidir ve sosyolojinin en önemli sorunu da ona göre toplumsal değişim konusudur. Sosyolojinin Foucault’dan beslendiği en önemli yer burasıdır ve bu analizlerdeki merkezi nosyon da “ilişki”dir; ilişkilerin ürettiği iktidar, ilişkilerin ürettiği ilişkiler ve ilişkilerin tortulaşması olarak iktidar.