Çok Yönlü Bir İnşa Olarak Teknoloji: İstanbul’a Elektriğin Girişi
Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği Tez-Makale Sunumları toplantı dizisinin 153. oturumunda İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Doktora Programı öğrencisi Emine Öztaner konuk edildi. Öztaner, aynı üniversitenin Tarih Yüksek Lisans Programında tamamladığı tezini merkez aldığı “Çok Yönlü Bir İnşa Olarak Teknoloji: İstanbul’a Elektriğin Girişi” başlıklı sunumu gerçekleştirdi.
Öztaner, tezinin ilk bölümünü metodolojik tartışmalara ayırdığını ifade etti. Burada teknoloji tarihi yazıcılığını ele alan Öztaner’e görebu alan, Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabından sonra gelişmiştir. Teknolojinin sosyal inşası branşı altında araştırma yapan sosyolog ve tarihçiler, teknoloji tarihinin nasıl yazılması gerektiğine dair tartışmalar yürütmüşlerdir. Öztaner ise tezinde, bu tartışmaların sunduğu perspektifleri de kullanarak, elektriğin hangi aktörler ve ilişki ağları üzerinden İstanbul’a girdiğini incelediğini belirtti.
Öztaner’in açıklamalarına göre Chicago, Paris, Berlin gibi Avrupa ve Amerika’nın önemli şehirlerinde 1870’lerden itibaren elektrikli sokak lambaları yer almıştır. İlk elektrik santrali New York’da 1882’de yapılmış. İstanbul’daki ilk santral ise 1914’te inşa edilen Silahtarağa Elektrik Santrali olmuştur. Öztaner, bu 30 senelik gecikmenin sebeplerini araştırdığını aktardı. Bu sorunun olumsuz bir yargı barındırdığını vurgulayan Öztaner, Batı dünyasında ortaya konulan bir yeniliğin Osmanlı bünyesinde hemen yer bulmamasını eleştiri konusu etmenin makuliyet taşımadığını belirtti. Meseleyi bir yargı konusu değil, tarihsel bir olgu olarak ele aldığını belirten Öztaner, ilk olarak elektrik enerjisinin kullanılabilir hale geldiği Amerika ve Avrupa’ya odaklandığını aktardı. Zira ancak bu sayede Batı’da bu kadar hızlı yayılan bir teknolojinin Osmanlı’da neden hemen karşılık bulmadığının anlaşılabileceğini ifade etti. Öztaner’e göre Avrupa’da kısa süre içerisinde elektriğin yayılması ve çokça santral kurulmasının ilk sebebi, uluslararası sergiler olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika ve Avrupa’nın önemli şehirlerinde çokça reklamı yapılan, haberlere konu olan ve dikkat çeken peş peşe uluslararası sergiler düzenlenmiştir. Elektrik teknolojisinin sunduğu imkanların en gösterişli biçimlerde sunulduğu mekanlar da buralar olmuştur. Özellikle Chicago, Berlin ve Paris’teki sergilerde, elektrik teknolojisi hem kamuya, hem de potansiyel yatırımcılara görünür kılınmıştır. Bu etkinlikler neticesinde dikkatleri bu teknolojiye çekilen özellikle Avrupalı zenginler, elektriğin imkanlarından faydalanmak istemiş, yatırımcılar da patentler almak üzere sıraya girmişlerdir. İkinci sebep ise, bu etkinliklerin ardından üne kavuşmuş elektrik teknolojisine olan talebi karşılamaküzere yatırım yapacak sermaye sahiplerinin bulunmasıdır. Çok yüksek maliyetli bir yatırım olduğu göz önüne alındığında, sermayeyi toplayıp organize edebilecek yatırımcı, banker, iş adamları ile finans ve banka kuruluşlarının varlığının önemi belirmektedir. Üçüncü sebep ise endüstrileşmiş şehirlerdir. Endüstrileşmiş Avrupa şehirlerinde pek çok fabrika bulunmaktadır ve bunlar, kömürden ziyade daha temiz ve verimli olması itibariyle elektrik enerjisini tercih etmeye yönelmişlerdir. Avrupa şehirlerinin geometrik planlı yapıları, elektrikli tramway ve aydınlatma gibi kullanımlara uygun tipolojide olmaları da bir diğer önemli unsur olmuştur.
Osmanlı’da ise, söz konusu bu üç sebepten hiçbirisi, elektrik teknolojisinin yaygınlaşacağı üzere olgunlaşmamıştır. Dolayısıyla elektriğin İstanbul’a geç gelişini yalnızca istibdat dönemi ve II. Abdülhamit’in yasakları ile açıklamak makul değildir. Özellikle Mecelle’de, II. Abdülhamit’in yasakçı/gerici bir tavır ile elektriğin gelişini engellemiş olduğunun ifade edilmesi, sonraki literatürü de bu doğrultuda şekillendirmiştir. Ancak mukayese edilen, iki farklı iktisadi sistemdir ve Avrupa ile Amerika’daki gibi sermaye sahipleri Osmanlı’da mevcut değildir. Öztaner için elektrik altyapısının kurulmasının Osmanlı’da iki yolu vardır. Birincisi devletin finanse etmesiydi ki o dönemin Osmanlı’sı dış borçlar ve ekonomik krizler içerisindedir ve yeterli finansmanı sağlayacak durumda değildir. İkinci yol olarak ise yap-işlet-devlet modeli söz konusudur. Yabancı bir şirketin elektrik santralini devletten para almadan kurması ve belirli bir süre kar elde etmek üzere işletmesi mümkündür. Ancak bu da gerçekleşmemiştir. Çünkü teknolojinin gerektirdiği sermaye çok büyüktür ve karşılığında ilgili şirketler 75 yıldan 90 yıla kadar işletme hakları istemişlerdir. Belirli bir tür enerjinin bu denli uzun bir süreyabancı sermayenin tekeline bırakılması ise Osmanlı’nın aleyhinedir. Elektrik, iletişim, ulaşım, aydınlatma, endüstri gibi birçok alanda kullanılmaktadır ve II. Abdülhamit bu denli büyük bir ekonomik gücü yabancı kontrolüne vermek istememiştir. Osmanlı’da elektriğin yaygınlaşmasının gecikmesinin bir diğer sebebi ise 1900’lerde hava gazı kullanımının gelişmiş, bu alana yatırımlar yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla hali hazırdaki bir aydınlatma düzeninin yerine 2-3 kat fazla maliyetli bir aydınlatma sistemine geçiş ekonomik gelmemiştir. Hava gazının, elektriğe nazaran daha loş ve zayıf ışık vermesine karşın dönemin İstanbul’unun ana caddeleri hava gazıyla halihazırda aydınlatılmaktadır.
II. Abdülhamit’in 1900 yılındaki bir fermanında elektriğin bireysel kullanımının yalnızca devletten alınacak izinle mümkün, diğer her türlüsünün yasak olduğu ilan edilmiştir.Bu fermanda elektrik üzerine bir nizamname hazırlanana kadar kullanımının yasak olduğu belirtilmiştir. Bu nizamname gereksinimi, bir serbestiyet getirilmesi ve elektrikli cihazların yaygın olarak kullanılması durumunda yangın gibi kazaların meydana gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu tip kazalara gayrimüslimlerin sebep olması durumlarında, kapitülasyonların kendilerine vermiş olduğu imtiyazlardan ötürü Osmanlı yargısının eli kolu bağlı konumdadır. Söz konusu imtiyazlardan ötürü gayrimüslimlerin fail olduğu davalarda kadılar hüküm verememekte, durum konsolosluk mahkemelerine sevk edilmektedir. Elektrik kullanımı hususunda bir nizamnamenin, söz konusu bir durumun vuku bulması halinde konsolosluğa tevzi edilmek suretiyle mevcut olmayışından ötürüyasak uygulanmıştır. Nizamnamenin hazırlanması da elektrik üretim ve dağıtımının başlaması, bir yatırıma bağlıdır.Yani bu kurulumun gecikmesinden ötürü başıboş kullanım ve sonuçlarının, hukuki açmazların önüne geçmek amacıyla, kamu yararına, yasak ilan edilmiş devam etmiştir. Bu yasaktan muaf olan yerler de söz konusudur. Aynı zamanda İstanbul’da elektriğin ilk kullanıldığı yerler de olan konsolosluklar, bu yasaktan muaftırlar. Avrupa’da birçok hastanede elektrikli biyomedikal cihazların kullanılıyor olmasının karşılığı olarak İstanbul’dakibazı hastaneler de bu cihazların kullanıldığı üzere yasak kapsamı dışında, aynı zamanda vergiden de muaftırlar. Bazı çok lüks oteller, yetimhaneler, Robert Koleji gibi yabancı okullar, yabancı tüccarlar, tabi oldukları konsolosluk aracılığıyla elektrikli aletler getirtip kullanabilmekteydiler. Yani Öztaner’in açıkladığı üzere 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında İstanbul’da elektrik enerjisi kullanılmıyor değildir. Belirli yerlerde ve devlet kontrolünde olmak üzere kısıtlı olarak kullanılmaktadır.
Elektriğin kamusal alanda yasaklanmış olmasına karşın askeri kullanım hususunda tersi bir durum yaşanmış, teşvik edilmiştir. Osmanlılar, tarihleri boyunca askeri teknolojiyi yakından takip ettiklerinden, elektriğin özellikle İngiltere ve Fransa donanmalarındaki kullanımından etkilenmişlerdir. Bu anlamda 1888’de Tersane-i Amire’de, yalnızca donanmaya hizmet sağlaması üzere küçük bir elektrik santrali kurulmuştur. Hiçbir yabancı sermayenin kullanılmadığı bu ufak santral, II. Abdülhamit tarafından, elektrik konusunda eğitim almak üzere Paris’e gönderilmiş 3 mühendis tarafından kurulmuştur. Öztaner, okuduğu hatıratlarda bu santralin pek de verimli çalışmadığını görmekle birlikte, askeri alanda geri kalmamak üzere atılan bu adımın önemli olduğunu belirtti. Yani Osmanlı’nın askeri teknolojiye, şehirleşmeden daha fazla önem verdiği üzere, elektriği de öncelikle askeri sahada kullanmıştır.
20. yüzyılın başından itibaren elektrik kullanımının bir tercihten çıkıp zorunluluğa dönüşmüş ve Osmanlı şehirleri teker teker elektrik ile aydınlatılmıştır. İlk aydınlatılanlar, uluslararası yatırım eliyle ve özellikle Belçika ile Fransız sermayesinin ağırlığıyla 1902’de olmak üzere Tarsus, Selanik, Şam, Beyrut, İzmir gibi liman kentleridir. Yani İstanbul, ilk aydınlatılan şehir değildir zira diğer kentler elektrik enerjisiyle aydınlatılırken II. Abdülhamit İstanbul’un bu enerji ihtiyacını yabancı sermayeye teslim etmek istememektedir. Daha sonra 1908’de bir Fransız bankerle anlaşmaya varılmasına karşın ihtilal ile sözleşme feshedilmiş ve II. Abdülhamit döneminde İstanbul elektrik ile aydınlatılamamıştır.İttihat ve Terakki, Batı medeniyetinin ruhu olarak ifade edilen elektriğe ve ülkede yaygınlaşmasının koşullarını tesis etmeye önem vermiştir. Bu yolda, uluslararası şirketlerin Osmanlı kamu ihalelerine katılmalarını kolaylaştıran bir düzenlemeye gidilmiştir. 1910 yılında açılan ihaleye 8 adet çokuluslu şirket katılmış ve kazanan Avusturya-Macaristan menşeli bir şirket olmuş, 50 seneliğine İstanbul’un aydınlatılması imtiyazını edinmiştir.Bu şekilde başlayan süreç içerisinde, savaş dönemi ekonomik sorunları ile, elektrik kullanımı bir hayli kısıtlı kalmış, savaş sonrası dönemlerde kullanım yaygınlaşmıştır. Öztaner, tezinde elektriğin kullanıma girmesiylenasıl bir tüketici profilinin oluştuğunu da anlamaya çalıştığını belirtmiş ve bu hususa ilişkinörnekler aktararaksunumunu tamamladı.